Pride Boy
#PrideBoy: Sunday Bloody Sunday
Yeterli şana şöhrete sahip olmayışını her daim şaşkınlıkla karşıladığım Sunday Bloody Sunday, yetmişlerde yeni bir zirveyle tanışmış Britanya sinemasının taşyapıtı desem yeridir. Yan Odadan Filmler dahilinde izleyip hem önerene (Selam, Cihan!), hem de filmin yönetmeni John Schlesinger’e müteşekkir kalma ısrarım asla son bulmayacak. Dolayısıyla Pride kapsamında, BFI tarafından yapılmış Tüm Zamanların En İyi 30 LGBTQ+ Filmi listesine girmiş olduğu için tekrar ziyaret etmiş olmak epey mutlu etti beni. Efendim, çok bilinmediği için biraz içeriğe girişelim istiyorum öncelikle. Bir tarafta orta-üst sınıfa mensup yeni boşanmış Alex adında bir kadın mevcut. Diğer tarafta da evindeki muayenesinde hastalarına bakmaya devam eden Daniel adında bir doktor. Bu birbiriyle alakasız hayatlar sürüyormuş gibi duran ikilinin tek bir ortak noktası var, o da bu hayatı yaşamaya geldim sloganıyla gününü gün eden özgür ruhlu Bob Elkin beyefendi. Vaktinin büyük bir çoğunluğunu çıkardığı modern sanat eserlerine adayan genç adam, hayatınızda kalmasını istediğiniz ama bir taraftan da size hak ettiğiniz sevgiyi vermediğini düşündüğünüz “o adamlardan” biri. Çok eşli biseksüelimiz iki tarafa da irili ufaklı kalp kırıklıkları yaşatırken, dünyada ne istediğini bilecek kadar vakit tüketmiş iki yetişkinin hem aşktan, hem de koşullardan sebep sürekli parçalanıp tekrar toparlanan hengamede kendilerine bir amaç arayışını izliyoruz özetle. Belki ima tamamen ikinci bir bahar değil, ama liseli âşık gibi yanında olsun diye gün sayan, tek bir an daha paylaşabilmek için umutsuzca bekleyen leylalıkları, düşünebilen varlıkların daimi mutluluk arayışına yeni bir örnek özünde ve bu stabil hisse hasret oldukları da kati surette gizlenmiyor zaten. Bunun haricinde öykünün dallanıp budaklanmasında elzem bir rol oynayan sosyal çevre de mevcut ana karakterlerin yörüngesinde. Ve bu çevreyle çok iyi yazılmış, yalnızca boşluk dolduruyor gibi gözükmesine rağmen esas karakterleri kodlamamıza yardımcı olan diyaloglar zenginleştiriyor hikâyenin temelini. Bir de üzerine Peter Finch ve Glenda Jackson’ı ekleyin bakalım Kariyerleri salt pik noktalarından oluşan, kendi jenerasyonlarının çok yetenekli oyuncuları olarak anılabilecek ikili, kimi zaman ufacık bir mimiğe bel bağlayan Sunday Bloody Sunday’ı asla yüz üstü bırakmıyor. Aynı karede yer aldıkları sadece bir sahne mevcut olmasına rağmen de el birliğiyle iki koldan filmi güçlendirdikçe güçlendiriyorlar. Penelope Gilliatt’ın dönemin sosyolojik yapısına aykırı duran ancak kendi kurduğu evren içerisinde bir anlam teşkil eden teksti Finch ile Jackson’ın usta oyunları sayesinde cilalanıyor da denebilir. Şöyle bir toparlayayım… Kendimi ilişkilendirilecek özel bir bağa rastlamamış olsam da Sunday Bloody Sunday her iki seyrimde de savunmasız bıraktı beni o karşılıksız adanmışlığıyla. Bu sebeple özel olarak izlemenizi rica ediyorum sizden, eğer hâlâ yollarınız kesişmediyse. Dört başı mamur bir karakter çalışması izleyeceğinizin de garantisini vererek dönüyorum köşeme.