Eleştiri
The Power of the Dog
Ustaların ustası, tarihte Altın Palmiye’yi almış ilk kadın yönetmen ve 78. Venedik Uluslararası Film Festivali‘nin Gümüş Aslan galibi Jane Campion, son uzun metrajlısı Bright Star’dan 12 yıl sonra The Power of the Dog ile dönüyor beyaz perdeye. İstirahat döneminde araya iki adet Top of the Lake sezonu sığdıran Campion, hemcinslerinin merkezinde olduğu anlatılara alışmış seyircisini, Thomas Savage’ın 1967 tarihli aynı adlı romanından uyarladığı neo-western ile karşılıyor bu sefer. Aynı çatı altında bir çiftlik işleterek hayatını sürdüren, birbirine taban tabana zıt iki kardeşten daha ılımlı ve insan canlısı olan George (Jesse Plemons), genç anne Rose’la (Kirsten Dunst) evlenince iktidar alanındaki tek lider olmaya alışmış, herkesin çekindiği, sert mizaçlı ağabeyi Phil’in (Benedict Cumberbatch) rahatı bozuluyor. Bunun ardından evin yeni sakinine anlamsız bir savaş açan ve kaçan huzurunu geri yakalamak için çaba sarf etmeye başlayan Phil, toksik maskülenliğin kol gezdiği bu habitatta sırıtmaktaki, toplumun erkeklere biçtiği rollere yapısı uymayan, Rose’un oğlu Peter’ı (Kodi Smit-McPhee) yakınına çekmek için uğraş veriyor. Yalnız en az kardeşi kadar farklı olduğunu sandığımız Peter’da kendinden bir şeyler görmeye başlayıp doğası ve olmayı seçtiği insan arasındaki tezatın altında ezilmesiyle birlikte zalim tarafı flulaşırken, bir takım duygular hâsıl oluyor.
Her ne kadar kadınların öykülerine öncelik verse de, toksikliği içinde boğulmasını istediğimiz erkekler, Jane Campion evreninin ve tabii böyle geldiği için böyle gitmesin diye mücadele verdiğimiz düzenin bir parçası. The Power of the Dog’ın daha önceki Campion eserlerinden tek farkı merkezinde çoğunlukla erkekleri barındırması değil ama. Mizojini haricinde ideal “erkeklik” kavramının ürettiği bütün düşünce yapılarına karşı zorlu bir çaba sahneleniyor 1925 Montana’sında. The Power of the Dog’ın başına oturmadan önce, ataerkil toplumlarda aynı safta durduklarınız tarafından yargılanma korkusunun gerçek bir motivasyon olduğunu hatırlamak gerekiyor. Benedict Cumberbatch, kariyerinin öncesinde bu kadar iyi bir işçilik çıkaracağını vaat edemeyen bir aktör olsa da altından inanılmaz bir başarıyla kalktığı performansıyla Phil karakterine can verirken de nüanslara bu ürkekliği sığdırmış. Amerika’nın batı eyaletlerinden birinde sadece doğduğu ortamda sağ kalmak üzere bir karakter inşası yapan ve önlemini dokunulmaz olduğu bir yerde, çevresindeki kalıplaşmış cinsiyet kimliği kodlarına göre alan biri bu. Dolayısıyla bütün endişeleri, kurduğu çelikten duvar da, neticesinde dünyasındaki siyah ile beyazın grisi olmaya kalkışan herkesi tehdit olarak görmesi de bu yüzden.
Jonny Greenwood’un hipnotize eden melodilerinin de etkisiyle, Paul Thomas Anderson’ın eşsiz başyapıtı There Will Be Blood’ı hem geçtiği çevre hem de kudret sahibi olmaya duyulan sonsuz gereksinim sebebiyle epey bir andırıyor The Power of the Dog. Bastığı her yeri, evinden ahırına, gölünden bağına bahçesine tasmalayıp hüviyetinin bir parçası hâline getirmiş birinin gölgesinde yürüyoruz çünkü; hem çekinerek, hem de kafamızı ezmeyeceği yerde bir yıkımı başlatmak üzere tetikte bekleyerek. Jane Campion’ın bir anlatıcı olarak bizi tekinsiz bir ortamda, hiçbir sonucun hiç kimseye yaramayacağını da açık ederek sindirmesi, filmin en önemli niteliği denebilir. Burada Phil karakterinin benliğinin bir parçası olan her şeyi yönetmenin seyircisi üzerinde uyguladığı baskıya benzer bir şekilde içinde bir yerlere gömmesi de mühim bir detay. Dışavurumu yalnızca etrafındaki materyaller ile gerçekleştiren Phil’in kim olduğunu ve Peter’ı bir nevi kanatlarının altına aldıktan sonra cereyan eden tansiyonu da bu şekilde ete kemiğe büründürebiliyoruz zaten. Tutkuyu bir teni diğerine değdirmeden hissettirebilmek Campion’ın en yetkin olduğu alanlardan biri olduğu için methiyeleri düzmek bir formalitenin parçası olsa da, The Power of the Dog özelinde bu konudaki tecrübesinin fazlasıyla işe yaradığını not düşmemek olmaz.
Kimin ne kadar iyi, ne kadar kötü olduğu konusunda bir muallak yaratan final bloğu haricinde çok güçlü bir sinema dilinin eseri var huzurlarımızda. Campion, uyarladığı romanın bölümlerine bile elini değdirmeden filmini parçalara bölerek ve bunun sayesinde gerçekleşen zaman aşımını kurguda bir kusur olarak görmeyeceğimiz biçimde servis ederek “roman gibi film” yorumlamasına yeni bir açılım yapıyor. Kendi şimdiki zamanıyla da bir hayli ilgilenmekte The Power of the Dog. Bunun, bilhassa Rose’u ve bu erkek baskısı altında var olmak için ortaya koyduğu uğraşı tasvir ederken, dezavantaja dönüştüğü aşikâr. Bir önce yaratamadıkça sonranın da kıymeti kalmıyor. Ama yönetmenin kelimeleri ve üslubu da bunu aratmıyor zaten. Bir uyarlama olmasına karşın The Power of the Dog, Thomas Savage’ın değil Jane Campion’ın hikâyesi olarak işlev görüyor. Dolaylı yollardan yaptığı beyanı sinemasının derinlerine işlediği, ona has oyuncaklarıyla değerli bir hâle getiriyor. Teknik virtüözlüğünün zirvesinden seslenen bir vizyonerin, dört başı mamur bir filmle, neredeyse bir yüzyıl öncesine ait ama bugün dahi karşılığını bulabilecek toplumsal bir eleştiriye soyunduğunu görmek isteyenler için başka bir alternatif var mı bilmiyorum. Ancak 2021 dahilinde sene sonu listelerinin zirvesini zorlayacak The Power of the Dog, bu ihtiyaca hizmet etmek için izleyicisini beklemekte.
Fatih
10 Şubat 2022 at 17:38
Bu film çok kötü ya, nedense beğenemedim, Don’t Look Up ödülü almalı ama bu almamalı.