Oscar Boy Özel
3 in 1: The Grey, The Campaign ve The Good Doctor
Uzun süredir izlememe rağmen kenarda tuttuğum, üzerine bir şeyler karalamak istediğim ama hakkında yazacak çok şeyim olmadığından kenarda tuttuğum filmler vardı. 2012 yapımı bir filmi de sene sonu değerlendirmeme aldığımdan Oscar Boy’da yazmadan geçmeyi pek sevmiyorum. O yüzden kısaca 3 film hakkında konuşup, aradan çıkaracağım hepsini. Hemen başlayalım!
Yılın ilk yarısında gösterime giren The Grey, pek çok eleştirmen tarafından çok beğenilmişti. Alaska’da gerçekleşen bir uçak kazası sonrası doğanın zorlu koşullarıyla mücadele etmek zorunda kalıyor petrol sondajında çalışan altı işçi. Tabii kar ve dayanılmaz soğuğun haricinde, psikolojilerini de epey etkileyen kurtların varlığı bu yaşam mücadelesini daha zorlu bir hale getiriyor. Peki nedir The Grey’de bu kadar sevilen şey? The A-Team ve Smokin’ Aces gibi tam anlamıyla vasat işlere imza atan yönetmen Joe Carnahan, The Grey’i benzerlerinden ayıran, daha doğrusu bir üst kademeye çıkaran heyecanın mimarı. Bize karakterlerin çaresizliğini öyle güzel aktarmış ki, onların görüş alanının dışına çıkmayan kamera hareketleriyle seyirciyi de eşit koşullara esir ediyor. Televizyonun tanınmış yüzleri Nanso Anozie, Frank Grillo ve Dallas Roberts, iyi filmlerde dahi kaybolmayı adet haline getirmiş Dermot Mulroney, Across the Universe’den beri severek izlediğim Joe Anderson afişe adını yazdıramayan işçileri canlandırıyorlar. Liam Neeson ise The Grey’in merkezindeki Ottway karakterini canlandırıyor. Üzerine pek yorum yapmayacağım, çünkü The Grey oyuncularının yeteneklerini görmenize müsaade eden bir film değil. Verdiğim notun sebebine gelirsek. The Grey, herkesin bir filme fazla anlam yüklediği, gereğinden fazla değer verdiği 2012’de haddinden fazla iyi eleştiri alan bir başka film. Dediğim gibi Carnahan’ın yönetmenliği umut vaat ediyor ama The Grey’de sinemaya dair yeni olan tek bir şey yok. Ki bu seneki filmlerin bir çoğunun da sorunu bu. Belki yaptıklarında iyiler, ama daha önce yapılmamış bir şeyi denemiyorlar.
[C+]
Will Ferrell ve Zach Galifianakis… Üsluplarını bir türlü sevemediğim, hiç gülemediğim iki komedi oyuncusu. Ne The Hangover serisi, ne de Anchorman’a katlanabildim zaten. Dolayısıyle The Campaign’i de sevmeyeceğimi biliyordum. Malum sektörde komedi filmlerine çok şans tanınmaz ve genelde ağızlarıyla kuş tutsalar dahi yüksek notlar alamazlar eleştirmenlerden. Bridesmaids geçtiğimiz yılın en çok konuşulan, en çok sevilen filmlerindendi. AFI’ın ilk onuna girdiğinde ise kıyametler koptu. Ama işte bazen de kötü dediğimiz hakikaten kötü oluyor. The Campaign gülmek için enerjimi harcamak istemediğim, sözde politikayı tiye alan, seçimlere ufaktan göndermeler yapan ama her anı gereğinden fazla abartılmış esprilerle dolu olduğu için dudağınızın kenarını oynatacak kadar dahi sırıttırmayan bir film. Ferrell, kendisini sevenleri büyük ihtimalle çok mutlu edecektir. Galifianakis de normalden farklı olarak saçmalıkları konusunda diretmeyen, daha sakin, lakin yine sıkıcı ve fazla karikatürize edilmiş bir karaktere can veriyor. Son 25 yıldır mimiklerini oynatamayan Dylan McDermott, Saturday Night Live’ın bağırınca komik olabileceğini düşünen Jason Sudeikis’i ve Go On sayesinde tanıştığım Sarah Baker filmde dikkatimi çeken diğer isimler. Özellikle Gadon’a güzel roller verilse ortaya Melissa McCarthy benzeri bir komedi harikası çıkabilirmiş gibime geliyor ama sanırım Gadon televizyonun dışına çıkmayı kolay kolay başaramayacak. Yine izlememeniz konusunda ısrar edeceğim bir komedi işte. Fazla söze gerek var mı? Sevmeyince yazılmıyor.
[D]
The Lord of the Rings ile ünlü olan Orlando Bloom’u tüm zamanlar içerisindeki favori filmlerimden Elizabethtown sebebiyle hep kayırmışımdır. Ama canlandırabileceği rollerin sınırlarını, kendisinden maksimum ne çıkabileceğini gayet iyi biliyorum. The Good Doctor’da bu sefer aşık olduğu hastasını iyileştirdikten sonra görebilmek için tekrardan hasta eden manyak ruhlu bir adamı canlandırıyor Bloom. Tabii John Enbom tarafından yazılan senaryo önce basit bir vicdan muhasebesi olarak başlayıp ardından türün tüm örneklerinde yer alan klişeleri ardı ardına tekrarlayınca ne Bloom’un karakterinin inandırıcılığına inanıyor, ne de Bloom’un kabiliyetlerini ölçmeye vakit bulabiliyorsunuz. Taraji P. Henson, Michael Pena, J.K. Simmons gibi tanıdık yüzlere de rastlayacağınız The Good Doctor pek çok yönden sıkıntılı bir film kısacası. Mesela filmin finaline doğru izlediğimiz bir okyanus sahnesi var, belki bir amaca hizmet etse seveceğimiz. Ya da Pena’nın hayatın her yerinde karşımıza çıkan fırsatçı karakteri. Lance Daly’nin standartların üzerinde seyreden yönetimiyle, enkaza benzemeyen bir senaryo buluşturulsa belki ortaya çok daha iyisi çıkabilirmiş. Peki ne için izlenebilir The Good Doctor? Orlando Bloom’un kariyerinin başından beri rastlamadığınız mimikleri için. Ya da başrolde yer alan Elvis Presley’nin torunu Riley Keough için de izlenebilir pek ala. Bunun haricinde altı çizilebilecek bir şey yok. Sıradan, unutulmaya mahkum bir film daha işte.
[C-]