Tembelin Günlüğü
Tembelin Günlüğü
Yılın ilk yarısında gösterime girmiş ya da festivalde oynamış, benim geç izlediğim için uzun uzun yazmaya gerek görmediğim filmleri bir araya getirdiğim Tembelin Günlüğü yazılarından biriyle daha karşınızdayım bugün. Bu sefer kalite sınırlaması yapmayıp yılın şimdilik benim için ilk beşinde yer alan How to Train Your Dragon 2’yu da araya sıkıştırdım. Animasyonları tek bir başlık altında toplamayı bırakıp böyle kısa kısa yazacağım. Ayrıca Calvary, Need for Speed, The Signal, Blue Ruin ve Belle üzerine de sohbet edeceğiz. Hazır mısınız? Başlıyoruz!
Sinemalarımıza bugüne kadar uğramış en orijinal ve yaratıcı animasyonlardan biri olan How to Train Your Dragon’ın devamı How to Train Your Dragon 2, oldukça abartıldığını düşündüğüm The Lego Movie’nin en büyük rakibi olacak gibi gözüküyor. Yine Dean DeBlois önderliğinde çekilen animasyonun seslendirme kadrosundaki Jay Baruchel, Gerard Butler, Jonah Hill gibi isimlerin yanına Cate Blanchett, Kit Harington ve Djimon Hounsou eklenmiş. Ben 100 dakikalık süresi boyunca bir an olsun gözümü kırpmadan ana karakterimiz Hiccup’un hikayesini izledim. Artık büyüyen ve genç bir adam olan Hiccip, Toothless ile kurduğu dostluğu daha da pekiştirmiştir. Fakat sakin hayatı geçmişinden önemli bir aile bireyinin de dahil olacağı bir maceraya doğru yönelmektedir. Yine sayısız kahkaha ve az da olsa gözyaşı vaat eden yapım, hedefi onikiden vurmuş. “Yetişkinlerin de izleyebileceği animasyon” konusunda artık öyle bir noktaya geldi ki Hollywood, her yeni büyük stüdyo animasyonuyla birlikte şaşkınlığımız biraz daha artıyor. How to Train Your Dragon 2’nun en güzel özelliği ise tıpkı Toy Story gibi devam filminde ilkinin üzerine bir şeyler ekleyerek hikayeyi çok daha iyi bir yere taşıması. Bir de mümkünse John Powell’ın olağanüstü müziklerini anabilir miyiz? Umuyorum ilk filmin bestelerinden uyarlama içerdiği için Akademi tarafından diskalifiye edilmez de yine kendisini altın mücadelesinde görme fırsatı yakalarız. [A]
John Michael McDonagh’ın ağabeyi Martin McDonagh, In Bruges’dan sonra Seven Psychopaths ile küçük çaplı bir hayal kırıklığı yaratmıştı. John Michael’ın The Guard’ı ise tatmin etmesine rağmen In Bruges ile boy ölçüşecek kapasiteye sahip değildi. Brendan Gleeson’la tekrardan bir araya gelen küçük McDonagh’ın bu sefer daha iyi bir iş çıkaracağını düşünüyordum; fakat Calvary çok şey olmak isteyip hepsinde yarı yolda kalan filmlerden biri olmuş. Büyük cümlelerini ve tespitlerini gözünüze sokmak yerine usulca önünüze koyan yapım ölüm, din ve vicdan üzerinden yapılan adalet yorumlarıyla yine her diyaloğuna üstüne uzun uzun düşünülecek fikirler sokuşturuyor. Tüm McDonagh Kardeşler filmlerinde gördüğümüz o kompleks düşünceyi en yalın haliyle anlatma özelliği burada da mevcut. Fakat mizahı da araya sıkıştırarak biraz olsun seyri kolaylaştıran Calvary, ne yazık ki kendi kurduğu cümlelerin altında ezilerek etkileyici finaline kadar uzunca bir süre seyircisini oyalıyor. Bir de her kesimden karakteri bulunan filmde neredeyse herkes özlü sözlerle birer filozofa dönüşüyor, ki bence bu da pek çok Avrupalı yönetmende olduğu gibi John Michael McDonagh’ın da kendi sonunu yaratmasına sebep oluyor. Buna karşın filmin oyuncu seçimleri olağanüstü. Gleeson yine döktürüyor, Kelly Reilly hayran bırakıyor, Chris O’Dowd ise en hafifletilmiş mizahi haliyle bile güldürmeyi başarıyor. Ama bu kadar işte, daha fazlası değil. [B-]
Son 2-3 senedir sezondaki tüm filmleri izleyerek kendime neden işkence yaptığımı bilmiyorum, ama bir şekilde Need for Speed gibi kalitesiz yapımların da yardımıyla kötü film gurusuna dönüştüm. Aynı adlı meşhur bilgisayar oyunundan beyazperdeye uyarlanan film, bugüne kadar gördüğünüz aksiyon ve özellikle araba odaklı yapımlarda gördüğünüz tüm klişe numaları kullanarak aklınıza gelebilecek en sığ senaryoyu beyazperdeye aktarıyor. Baştan savma, sığ karakterleri bu tarz filmlerde görmeye alışık olsak da insan önemli ve maddi açıdan stüdyoyu ferahlatabilecek bir yapım olduğu için biraz daha özen gösterileceğini düşünüyor. Fakat sağolsun Need for Speed, bunlarla uğraşmak için vaktini hiç harcamamış. Görgüsüzlük derecesindeki vizyonsuzluğunu gözünüze sokmaktan da asla çekinmiyor. Breaking Bad haricinde (ki onun da ilk iki sezonu sonrasında kendini tekrar etmekten başka bir şey yapmadı) yüzde yüz yeteneksiz olan Aaron Paul çok rol kabiliyeti gerektirmeyen bir rolde bile çuvallamayı başarmış. Imogen Poots ise film sektörünün bize kakalamaya çalıştığı yeni “şeker kız”. Fakat aynı pespaye tipleri canlandırarak kariyerine daha ne kadar devam edecek merak ediyorum. Pek sevdiğim Dominic Cooper’ın harcandığını da eklemeden unutmayacağım. Bir şey daha var! Birdman’le Oscar almasını beklediğimiz Michael Keaton’ın da akıllara zarar berbatlıkta bir rolü var filmde. Acaba Akademi üyelerine buradaki kliplerini mi yollasak? [C-]
Her sene adını pek duyurmayan birkaç minimalist bilimkurgu filmi izliyor ve kendimizce mutlu olmayı başarıyoruz. Ama tabii bu girişimlerin hepsi hedefi tutturuyor diye de bir kaide yok. İşte The Signal ilk 15 dakikasından sonra izini kaybeden o filmlerden biri. Bir de çok bir şey başarmış gibi finalinde seyircisine sürpriz yapmaya çalışıyor. Ucuz senaryo numaralarının bu seneki mağdurlarından biri olan yapımın garip bir şekilde hatırı sayılır bir hayran kitlesi mevcut bu arada. Film eleştirmenler tarafından yerin dibine batırılsa da hala sistemli bir şekilde The Signal’ı savunan ve beğenmeyenleri filmi anlamamakla suçlayan bir güruh var. Neyse, her kör satıcının bir kör alıcısı olurmuş diyerek köşemize çekilelim. Lakin çok da paralar harcanmayan prodüksiyon tasarımının The Signal’ın hikayesine az da olsa katkı sağladını ve filmde gerçekten doğru yapılan tek şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Artık pembe dizi yıldızı Brenton Thwaites ünlü olmak için bir başka baharı bekleyecek. [C-]
Blue Ruin‘in aldığı puanlara fazlasıyla hayret ettiğimi söyleyerek başlamak istiyorum söze. Hiçbir şey hakkında hiçbir şey anlatan ve karakterlerinin tamamı hiçbir şey olan, hiçbir yere de varmayan bir yapım. Lakin kendini izletiyor mu? Evet. Bir intikam uğruna çocukluğuna dönen Dwight’ın hikayesinin anlatıldığı yapımda tanıdık tek bir sima olmamasına rağmen film tüm gücünü başroldeki Macon Blair’ın performansından alıyor. Böylesine büyük bir fenomene dönüşmüş olmasını pek anlayamıyorum. Fakat her zaman dediğm gibi yılın ilk yarısında vizyon takvimindeki boşluk Amerikalı eleştirmenleri garip filmleri beğenmeye itiyor. Bu da yine o boş anlarından birine denk gelmiş olmalı. Daha evvel Murder Party adında içler acısı bir korku / komedi çeken Jeremy Saulnier, Blue Ruin için yıllar sonra ilk kez kamera arkasına geçmiş ve üç sayfadan oluştuğuna inandığım senaryoyu da kendisi kaleme almış. Sorunlarının büyük bir çoğunluğunu yarattığı gerilimli atmosferle unuttursa da özellikle finalde akıllarda tek bir sahnesinin kalmaması Blue Ruin’in ne kadar özelliksiz bir film olduğunun altını çiziyor. [C]
Belki Hollywood’dan birilerinin eline geçse büyük ihtimalle pek çok Oscar adaylığı alabilecek bir film olurdu Belle. 18. yüzyılda büyük amcası tarafından yetiştirilen siyahi bir genç kızımızın gerçek hayat öyküsünü anlatıyor film. Bugüne kadar izlediğimiz pek çok kaliteli dönem filminin naifliğine sahip olmasına rağmen, Misan Sagay tarafından kaleme alınan senaryo en büyük sıkıntısını kendisini çok ciddiye alarak yapıyor. Öyle ki film çoğu zaman olayları kendi akışına bırakmak yerine seyirciye zorla vicdan azabı çektirecek sahnelerle dolup taşıyor. Neyse ki başrolde yer alan Gugu Mbatha-Raw biraz olsun dikkati başka yönlere çekmeyi başarmış. Bu sene izlediğimiz en nitelikli kadın oyuncu performanslarından birini de sunduğunu söylemem gerek. Kadrosunda Tom Wilkinson, Emily Watson, Penelope Wilton, Matthew Goode ve Sarah Gadon gibi ünlü simalar barındıran yapım eminim bir yerlerde en azından Mbatha-Raw’a adaylık getirecektir. Fakat şu senaryoyu (çıkış noktasını) doğru bir dağıtımcı ve yönetmenle buluştursalardı çok daha büyük şeyler başarılabilirdi. [C+]