Tembelin Günlüğü
Tembelin Günlüğü
Bir Tembelin Günlüğü yazısıyla biriktirdiğim ve uzun uzun konuşmak istemediğim filmleri aradan çıkarma vakti. Bu sefer konuklar arasında Mud’daki yetenekli çocuk Tye Sheridan’ı izlediğimiz Joe, Meryl Streep’in uzun bir aradan sonra yer aldığı ilk gişe filmi The Giver, bir kısmı Türkiye’de çekilen Patricia Highsmith uyarlaması The Two Faces of January, Dakota Fanning’in monoton oyunculuğuyla boğan Very Good Girls, kötü bir gerilim Honeymoon ve gittikçe kötüleşen LGBT filmlerinin son halkası Test var. Hadi başlayalım!
Yaptığı kötü komedilerden sonra (Pineapple Express), Prince Avalanche ile üzerindeki ölü toprağı atan David Gordon Green bir kez daha başarılı bir drama için kameranın arkasına geçmiş. 15 yaşındaki bir gencin hayatına giren eski mahkum Joe (Nicolas Cage) ister istemez bu delikanlının hayatına etki ediyor ve onun geleceğe dair planlarında aktif bir rol alıyor. Uzun süredir kumar borçlarını kapatmak için para kazanacağı her türlü projeye evet diyen Nicolas Cage zannediyorum Adaptation’dan bu yana ilk kez olgun bir performansla karşımıza çıktı. Kick-Ass’de de eski günlerini hatırlar gibi olmuştuk; fakat Leaving Las Vegas ile Oscar alan ünlü aktörün 90’lı yıllardaki başarılı hallerini hatırlatan bir hali var Joe‘da. Ve tabii ki Mud’da hepimizi büyüleyen Tye Sheridan… Evet her yıl birkaç genç keşif oluyor ve bir şekilde büyülenmeyi başarıyoruz. Fakat Sheridan için son 10 yılın (Gerçi Elle Fanning’i de es geçmemek gerek.) en iyi genç oyuncusu denilebilir. İlerleyen yıllarda umuyorum o da 20’li yaşlarını gören her çocuk oyuncu gibi asimile olmakta zorluk çekmez ve dudak uçuklatacak kadar kusursuz performanslarına yenilerini ekler. [B]
Bu yıl The Hunger Games’in elde ettiği başarı sebebiyle ona benzer distopyalar da beyazperdedeki yerini aldı. Jennifer Lawrence ile her anda bir rekabet içerisinde olan Shailene Woodley’nin başrolünde yer aldığı Divergent beklediğimizden daha iyi çıktı. Lakin deneyimli oyuncuları bir araya getiren The Giver için aynısını söylemek pek mümkün değil. The Hunger Games ve Divergent’ın aksine bir erkek kahraman hikayenin merkezinde olduğu için bir kere çok daha farklı bir bakış açısı var The Giver‘ın. Bir de üstüne üstlük her şey finalde çözüme ulaşıyor. Brenton Thwaites ile tanışma fırsatı yakaladığımız yapım herkesin adeta birer robot gibi toplumdaki yerini aldığı, yaptıklarını sorgulamadığı ve tamamen dış dünyadan soyutlanmış bir şehirde geçiyor. Lakin tabii ki de kalabalığa ayak uyduramayan esas oğlanımız “gerçekleri” bambaşka bir gözle görme yetisine sahip. Esasında ilk yarısının neredeyse tamamı siyah – beyaz olduğu için sırf bu cesareti için kutlamak gerek The Giver’ı. Fakat finale doğru tüm hikaye öyle bir bocalıyor ki ilk yarım saat çöpe gidiyor. Meryl Streep’i böyle farklı bir rolde görmek dışında çok bir esprisi yok. [C]
Ustaca kaleme aldığı romanlarıyla tanıdığımız Patricia Highsmith’in aynı adlı eserinden uyarlanan The Two Faces of January iki seneden fazladır gündemdeydi. Hatta yanılmıyorsam geçen seneki ilk Oscar derlememde de filmin adını zikretmiştim. Ama stüdyo projeye yeteri kadar güvenmediği için tarih sürekli ertelendi ve yaz aylarında sessiz sedasız gösterime girdi. Bir kısmı Yunanistan’da, bir kısmı ise Türkiye’de çekilen yapım basit bir gerilim aslında. Tinker Tailor Soldier Spy tarzı yapımların yürüdüğü yoldan en klişe seçimlerle geçiyor. Ben IMDb’de Yiğit Özşener’in adını gördüğüm için filmin başına oturmuştum; ama onu da göremeyince tüm hevesim kaçtı. İstanbul’u yine dört başı mamur bir gecekondu kenti gibi göstermekten de geri kalmamışlar. Viggo Mortensen, Kirsten Dunst ve Oscar Isaac gibi sevdiğimiz yüzler haricinde filmin pek artısı yok. Hatta her tarafı sapsarı olan sinematografi de göz yoruyor denebilir. Drive ve benim ciddi ciddi başarılı bulduğum Snow White and the Huntsman’i bizlere armağan eden Hossein Amini ne yazık ki bu sefer çuvallamış. Highsmith’in romanı da bu kadar basitse vay halimize… [C-]
Fanning kardeşlerin küçüğü Elle Fanning’i ne kadar seviyorsam Dakota Fanning’i de o kadar sevmiyorum. Ne yazık ki Very Good Girls adındaki bu bağımsızda kendisinin ergenlik sancılarına bol bol eşlik ediyoruz. Film iki genç kızın aynı çocuğa aşık olmasını ele alıyor. Daha sonra içlerinden birisi çocukla yakınlaşıyor, diğeri ise sürekli olarak bu tesadüfen tanıştıkları çocuktan etkilendiğini geveleyip duruyor. Bahsedilen esas oğlan ise çok konuşmayan, itici ve her haliyle sorunlu bir karakter. Bu arada içlerinden birisinin babası ölüyor. Yok efendim, diğeri arkadaşı için kendini feda edip Yeşilçam’a bağlıyor derken film yavaş yavaş dibe batıyor. Bu yıl izlediğim en anlamsız yapımlardan biriydi sanıyorum. Kapanış jeneriği başladığında filmin önermesini uzun uzun düşündüm ve ne yazık ki cevabı bulamadım. Belki de “Kızlar, ayağınızı denk alın ve aynı adama aşık olmayın.” tadında sığ bir mesajı vardır. Bu arada feministlerin de izleyip saçlarını başlarını yolduğunu görmek isterim. 2014 yılında Boyhood’daki Patricia Arquette kadar basiretsiz yeni kadın karakterlerimiz de var artık! [C-]
Normalde ikinci sınıf korku filmlerini vakit ayırmıyor olmama rağmen Rose Leslie’yi Game of Thrones sebebiyle seven birilerinin gazına gelip Honeymoon‘u izlemiş bulundum. İsterseniz sırayla bu filmin neden kötü bir film olduğunu açıklayayım. Bir, senaryoda inanılmaz derecede büyük boşluklar mevcut. “Yeni evlenmiş bir çift balayına çıkar ve gelin kızımız yavaş yavaş bambaşka bir kadına dönüşerek kocasının kabusu olur.” konsepti umut vaat etse de Honeymoon’un elle tutulur bir gelişme kısmı yok. Sanki aylardır izliyormuşsunuz hissi yaratan giriş bölümünden sonra sonuca geçiyor. İki, Rose Leslie çok kötü bir oyuncu. Downton Abbey ve Game of Thrones gibi iki alakasız dizide oynayarak iki karakteri de birbirine benzetmeyi başarmış bir kadından bahsediyoruz aslında. Honeymoon’un başına otururken çok da beklentim olmaması gerekirdi. Ama bu filmle kendisine olan inancım azaldı. Üç, film korkutmuyor, daha çok güldürüyor. Hele ki tüm bu mantıksızlığa sebep olan “şey”i gördüğünüzde ekrana dalga geçer gibi bakıyorsunuz. Diyeceklerim bu kadar, izlemeyin! [D]
Son yıllarda LGBT temalı filmlerin sayısı iyice artmaya başladı. Özgürleşen dünyayla birlikte artık eşcinseller de her türlü sanat dalında seslerini duyuruyor. Lakin yıllardır yapılan baskıyla kendini hep pornografik bir şekilde meşrulaştırmaya çalışan bu filmler çoğunlukla başarılı olamıyor. Arada Blue Is the Warmest Color, Weekend gibi güzel örneklere rastlasak da Keep the Lights On gibi rezaletler de yok değil. Yanılmıyorsam İstanbul Film Festivali’nde seyirciyle buluşan Test ise homoerotik sahnelerle seyircisini meşgul etmek yerine 80’li yıllardaki LGBT toplumuna iki arkadaşın hikayesi üzerinden göz atıyor. Yalnız bu filmin de sorunu oldukça kötü yazılmış diyaloglarla bir şey anlatmadığının ya da anlatmak istemediğinin altını çizmesi. Bu yıl Boyhood sebebiyle ortalıkta “Hayatın ta kendisini anlatıyor.” diye dolanan sinir bozucu bir eleştirmen grubu olsa da benim bir filmden tek beklediğim iyi bir hikaye anlatması. Test’de de ne yazık ki bunun zerresi dahi yok. O yüzden koşarak kaçacağınız yapımlar arasına ekleyebilirsiniz. [D]