Tembelin Günlüğü
Tembelin Günlüğü (Filmekimi Özel)
Efendim Filmekimi’nde toplamda 30’a yakın filmle ilgili fikirlerimi sizlere ulaştırmak istediğim için birikenlerden 6 tanesini (daha doğrusu üzerine çok konuşmak istemediğim ve pek de bayılmadığım 6 tanesini) aynı başlıkta buluşturuyorum. Tembelin Günlüğü’nün “Filmekimi Özel” bölümünde Gong Li’nin başrolünde yer aldığı Çin yapımı Coming Home, İtalya’nın Oscar aday adayı Il Capitale Umano (Human Capital), Avustralya yapımı bir antoloji film The Turning, hayatımda ilk kez salonda uyumama sebep olan Amour Fou, Clint Eastwood’un ünlü müzikalden uyarlaması Jersey Boys ve Ken Loach’un kariyerinin son halkası Jimmy’s Hall var. Buyursunlar…
Bu sene Çin, Oscar’a göndermek için The Nightingale’ı seçince ufak da olsa özellikle ödül sezonu odaklı sitelerde Coming Home yerine tercih edilmesi konuşuldu. Pek sevdiğimiz Çinli oyuncu Gong Li’nin başrolünde olduğu yapım Zhang Yimou tarafından yönetilmiş. Son dönemde Hero, House of Flying Daggers, Curse of the Golden War ve The Flowers of War ile arka arkaya belli bir türe ait filmler yapan Yimou, bu sefer ağır bir drama için kamera arkasına geçmiş. Politik bir suçtan dolayı tutuklanan Lu, yıllar sonra eve dönüyor. Fakat döndüğünde ne yazık ki hala onu beklemekte olan karısı eşini tanıyamıyor. Biraz dağınık başlayan anlatımıyla seyircinin dikkatini dağıtsa da Uzak Doğu’dan özellikle dizi olarak görmeye çok alıştığımız bir yapısı var Coming Home’un. Tam anlamıyla melodram demek mümkün. Seyircisine gözyaşı döktürmek için uğraştığı ajitasyon dolu sahneler, Gong Li’nin göz yoran kötü makyajı ve mantık hataları (herkes yaşlanıyor, evin kızı büyümüyor) olmasa belki biraz katlanılabilir. Ama ben fazlasıyla yapay buldum. Melodramın 120 bölümlük dizi olarak haftada 60 saat sunulduğu bir ülkede ne yazık ki Coming Home’un kalkıştığı ucuz hareketler karşılığını bulamıyor. [C-]
İtalya’nın Oscar aday adayı olan Il Capitale Umano, ya da İngilizce adıyla Human Capital, kendi ülkesinde fazlaca ödüle boğulmuş bir yapım. Yılın ilk aylarından beri de ülke ülke, daha doğrusu festival festival dolaşıyor. Adından da anlaşılacağı üzere günümüzde insan hayatının önemli bir parçası haline, hatta amacı gelen “para” üzerine uzun uzun yorumlar yapan bir film. Hatta oldukça alakasız bir kaza üzerinden üç farklı bakış açısıyla istediklerini dile getirip her seferinde de aynı sonuca bağlıyor. Kadroda son dönemde yükselmiş pek çok İtalyan oyuncu mevcut. Fakat onların başarılı sayılabilecek performansları bile Human Capital’ı kendi mesajında boğulan bir film olmaktan öteye taşıyamamış. Geçtiğimiz yıl Paolo Sorrentino’nun başyapıtı The Great Beauty ile Oscar sevinci yaşayan İtalya, artık aday olabilmek için bir başka baharı bekleyecek. Yine de Paolo Virzi’nin daha evvel söylenmemiş tek bir şey dahi zikretmediği yeni filmini beğenenler olacaktır diye düşünüyorum. Benim standartlarımın çok altında olduğunu ise tekrarlamama gerek yoktur sanıyorum. [C]
Tim Winton’ın kısa hikayelerinin bir araya getirildiği The Turning, 18 kısa filmden oluşuyor. Justin Kurzel ve oyuncu olarak tanıdığımız Mia Wasikowska haricinde bu proje için yönetmenlik koltuğuna oturmuş isimler arasından tanıdığımız birileri yok. Fakat oyuncu kadrosu oldukça geniş. Öncelikle filmin neyi anlattığını ya da bu antolojik yapımın ne amaçladığını söylemek gerek aslında. Fakat The Turning’in her kısa filmi ayrı bir telden çalıyor ve neredeyse hiçbirinin ortak bir noktası mevcut değil. Kimileri komedi, kimileri ise drama ağırlıklı. Başlangıçta da kendini çok ciddiye alan diyalogsuz birkaç kısa mevcut. Ben aralarında bir tek Rose Byrne’lü olandan zevk alabildim. Cate Blanchett’in yer aldığı hikaye de fena sayılmaz. Wasikowska’nın yönettiği “Long, Clear View” iyi hikaye anlatmak adına bir şey vaat etmese de kamera arkasına geçen genç aktrisin oyunculukta olduğu kadar yönetmenlikte de başarılı olduğunu kanıtlıyor. Peki böyle bir filme, daha doğrusu bu kısa filmleri bir araya getirmeye ihtiyaç var mıydı? Hayır. [C-]
Hayatımda ilk kez bir sinema salonunda uyumama sebep olan (2 dakika boyunca kendimden geçtiğimi inkar edemeyeceğim) Amour Fou, Avrupalı yönetmenlerin ara ara yapmaya bayıldığı inanılmaz ağır ve hiçbir yere varmayan dönem hikayelerinden biri. Pek de başarılı olmayan Avustralyalı yönetmen Jessica Hausner’ın altı numaralı uzun metrajlısı tek bir çekiciliği dahi olmayan karakterleri ve mantık içermeyen ikili ilişkileriyle 17. yüzyılda geçen mizahtan uzak bir romantik komedi esasında. “Aşk mı, yoksa ölüm mü önce gelir?” sorusunu sorarak merak etmediğimiz iki insanın sıradışı öyküsünü konu alıyor. Ara ara önümüze sunulan ve seyircinin uykusundan uyanıp koltuğunu dikleştirmesi amaçlanan müzikli sahneleri haricinde inanın neyi övebileceğimi bulamıyorum. Lakin salonu terk etmediğim gerçeğini göz önünde bulundurunca, demek ki depresif ruh halinin süresini iyi tutmuş diye de düşünmeden edemiyorum. Bardağın dolu tarafından bakarak yorumlamaya çalıştığım Amour Fou, benim için şimdilik Filmekimi’nin açık ara en kötü filmi ve deneyimi. [D]
Unforgiven, Million Dollar Baby ve Gran Torino sebebiyle bende apayrı bir yeri olan Clint Eastwood ne yazık ki son dönemde arka arkaya birkaç kötü film sıraladı. Son yılların en kötü biyografisi Invictus, tahammül etmekte zorlandığımız yapaylıktaki Hereafter ve prostetik makyaja fazla para harcamayan J. Edgar sonrası şimdi de ünlü müzikal Jersey Boys‘un uyarlamasıyla bir kez daha saç baş yolduruyor usta yönetmen. Bu yıl American Sniper’dan beklentimiz yüksek olduğu için bu bariz düşüş ne yazık ki korkutuyor. Peki yıllarca Broadway ve West End’de oynayan, seyircinin izlemeye doyamadığı bir müzikalin filmi ne kadar kötü olabilir? Kötü casting, tembel işi bir senaryo ve müziğe mi yoksa hikayedeki dramaya mı ağırlık vereceğini bilemeyen bir yönetmenle her şey mümkün. Yalnız bence Broadway tarihinin en abartılmış müzikallerinden biri olduğu için de benim beklentilerim pek yüksek değildi. Artık Eastwood’un gerçekten Tom Stern ile çalışmayı bırakıp birbirinin aynısı gibi gözüken ve bej, haki tonlarına sırtını dayayan filmler yapmaktan vazgeçmesi şart. [C]
Sinemayla ilgilenmeye başladığım ilk yıllarda değerini pek anlayamadığım usta yönetmen Ken Loach’la ne yazık ki kariyerini noktalandırmaya oldukça yakın olduğu yıllarda tanıştım. O yüzden Jimmy’s Hall‘un kendisinden izleyeceğimiz son film olması biraz üzüyor. Sınıf farklılıklarını yaratan adaletsiz düzene haykırmayı kendine görev edinmiş olan Loach, son filminde de düzeni bozmamış ve The Angels’ Share’deki neşeli tavrını biraz geriye çekerek zayıf olsa da önermesini yapmaktan kaçınmayan bir film ortaya çıkarmış. Yıllar önce İrlanda’daki iç savaş çıkmadan evvel yaşadığı kasabaya bir halk salonu (hall) açan Jimmy, bağnaz kesim tarafından bu yenilikçi hareketi sebebiyle aforoz edilmiştir. O da 10 yıl sonra ailesiyle alakalı bir olayın da vuku bulmasıyla kasabaya döner ve tekrardan bu halk salonunu açma fikri gündeme gelir. Yalnız Jimmy, özgürleşen İrlanda’da hala aynı kafadaki insanlarla mücadele etmek zorunda kalır. Çok orijinal fikirleri olduğunu söyleyemem Jimmy’s Hall’un. Lakin Loach’un bildiği, büyüdüğü topraklardan bir hikayeyle kariyerini noktalandırması hem hüzünlü, hem de hoş bir detay. Her şeye rağmen bir Ken Loach filmi izlemiş olmanın yarattığı heyecan bile yetiyor. [C+]
cemertem
2 Kasım 2014 at 21:48
Jimmy’s Hall gayet iyi bir iş bence. Başyapıt falan değil ama bağımsız filmler içinde C+ notunu hak etmiyor. Nesi vardı?