Dizi Eleştirisi
The Knick – 1. Sezon
Bugüne kadar dizi yarışına hiç dahil olmayan bir kanaldı Cinemax. Hatta geçtim bizi, Amerikalı izleyicinin de Cinemax’in varlığından haberdar olduğundan şüpheliyim. Gerçi gece yarısından sonra yayınladığı erotik yapımlarla bir şekilde porno içerikli kanallarla mücadelesine devam etmiş. Lakin bu yayının Cinemax’den bağımsız olarak “Max After Dark” başlığı altında yapıldığını da belirtmek gerek. Özetle orijinal programcılıktan uzak duran Cinemax, Strike Back ve Banshee ile bozduğu sessizliğinden bu yaz başlayan The Knick ile yine uzakta kaldı. The Knick oldukça özel bir proje, çünkü beyazperdeyi bırakan Steven Soderbergh’in 10 bölümü birden yönetmesi sebebiyle özellikle biz sinemaseverlerin epey ilgisini çekiyordu. Behind the Candelabra ile açtığı yeni sayfanın devamını getiren Soderbergh, yine kamera arkasından çekilmediği ikinci sezonla geri dönecek bu arada. The Knick normal bir dizinin yayın mantığıyla devam etse de her bölümü aynı isim tarafından yönetildiği için benzerlerinden ayrılıyor.
20. yüzyılın başlarında, pozitif bilimlerin yeni yeni gelişmeye başladığı bir dünyada sahne alıyor The Knick. New York’un şaşalı hallerinden eser olmadığı bir dönemde alışılmışın dışındaki bir hastaneyi ve personelini kullanarak olabildiğince fazla yaraya parmak basmaya gayret ediyor. Yeri geliyor kürtaj hakkını hiç gözümüzü boyamaya kalkışmadan inceliyor, yeri geliyor “siyahi” karakteri üzerinden dönemin ırkçı atmosferine acımasız bir bakış atıyor. Tabii bir yandan da Knick doktorlarının üstlendiği misyon ve bildiklerini daha ileriye taşımak adına verdikleri mücadele var. Ki bu sayede de kadraja mesleki mücadele ve doğal olarak hırsın getirdiği kuralsız oyunlar giriyor. The Knick çılgınca bir ivmeyle ilerlemiyor olsa da karakterler arası dinamikler ve içsel çatışmalarını kullanarak her hafta bir saat boyunca nefessiz kalmanıza sebep oluyor.
Filmde asıl alkışı oyunculara göndermek gerekiyor gibi gözükse de karakterler o kadar iyi yazılmış ki canlandıran aktörlere ve aktrislere pek bir iş kalmıyor. Başroldeki Clive Owen zaten bugüne kadar severek takip ettiğimiz ve Closer, Children of Men gibi yapımlarda başarılı performanslar çıkaran bir oyuncuydu. The Knick’de ise bugüne kadarki en kompleks, en düşünülmüş işçiliklerinden birini sunuyor. Knick çatısı altında görev almakta olan isimlerden başarılı bulmadığım tek isim Andre Holland. Abartılı performansı ve ağzından çıkan her şeyi dişlerini sıkarak söylemesi ne yazık ki inandırıcılığını yitirmesine neden oluyor. Bir de sanırım karakter özgürlüğünü elde etmiş siyahi bir adam olduğundan ötürü 12 Years a Slave’deki Chiwetel Ejiofor’u düşünüyorum hep Holland’ı izlerken. Bu da kendisinin dezavantajına işliyor, çünkü Ejiofor’un dört dörtlük halleriyle Holland’ın tekdüze giden oyunculuğu arasında ciddi bir fark mevcut.
The Knick’in odak noktası geçtiği dönem sebebiyle erkekler gibi gözükse de Juliet Rylance ve Cara Seymour kendilerine ayrılan sahnelerinin hepsinin üstesinden geliyor. Öyle ki daha büyük rollere sahip olduğu düşünülebilecek Michael Angarano ve Eric Johnson bile gölgede kalıyor. Dizinin mizahi boşluğunu Chris Sullivan tamamlarken Jeremy Bobb da yardımcı oyuncu kadrosunun en parlak isimlerinden biri olmayı başarıyor. Özellikle sezonun ikinci yarısında Bobb’ın iyice yükselişe geçtiğini ve Herman Barrow’u tüm iticiliğine rağmen ilgi çekici kılmayı başarabildiğini söylemek gerek. En az Holland kadar başarısız bulduğum tek isim ise U2’nun antipatik solisti Bono’nun kızı Eve Hewson. On hafta boyunca kariyerinin ona uygun olup olmadığını sorguladım açıkçası. Razzie hak edecek kadar dibe vurmasa da bütünlüğü bozduğu ve bir türlü Knick’in çalışan mekanizmasına ayak uyduramadığı kesin gibi.
Muazzam görüntü yönetimi ve tezat müzik kullanımıyla ters köşe yapmayı seven The Knick’in tek problemi var, o da kimi zaman fazla ağırlaşan temposu. Bir aksiyon filmi kıvamında heyecan yaratmasını beklemiyoruz; ama bazı sahneler adeta makaslanmak için bas bas bağrıyor. Bu acemiliğin ikinci sezonda toparlayacağını ümit ediyorum. Her şeye rağmen Soderbergh’in televizyonun altın çağına yakışır cinsten bir dizi çıkardığını söylemek gerek. Clive Owen’ın Emmy, Altın Küre ve SAG’de ilk beşte kendine yer bulmakta sıkıntı çekmeyeceği de kesin. Artık Breaking Bad’den boşalan yeri birilerinin doldurması gerek. Son olarak unutmadan, Soderbergh’in televizyona geçişine üzülsek de böyle şeyler yapmaya devam ettiği müddetçe bu kararının arkasında duracağımızı söylemem gerek. İzlemeyenleri derhal The Knick’in başına davet ediyorum. Bir sonraki Sezon Günlükleri yazısında görüşmek üzere.
En İyi Bölüm: Method and Madness (Bölüm 1)
Sezon Boyu Spotlight Ödülü: Clive Owen (Dr. John W. Thackery)
Sezon Notu: B+