Tembelin Günlüğü
Tembelin Günlüğü
Tembelin Günlüğü’nde yine benim pek beğenemediğim 6 film üzerine gevezelikler yapma vakti. Bu sefer yılın en kötülerinden biri olan Annie, The Good Wife’da hasret kaldığımız Josh Charles’ın başrolünde yer aldığı Bird People, iki genç yeteneği buluşturan Two Night Stand, başarılı bir animasyonun devam filmi Rio 2, Roy Andersson’un Filmekimi’nde izlememe rağmen yorumlamayı unuttuğum son işi A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence ve Michael Pena’lı biyografi Cesar Chavez var.
Her yıl zeki ve yaratıcı olmak için çabalayan böyle küçük romantik komedilere rastlıyoruz. Artık yeni nesil sayesinde sinema dili de 21. yüzyıla ayak uydurduğu için içerisine gencecik bir mizah da katıyorlar. Two Night Stand yavaş yavaş oluşmaya başlayan bu yeni janrın son örneği. Başrollerinde çaktırmadan yeni nesilin aranan aktörlerinden biri haline dönüşen Miles Teller ve eski model, yeni oyuncu Analeigh Tipton var. Film yalnızlığına bir çare arayan esas kızımızın ev arkadaşının gazıyla internet üzerinden birini bulup tek gecelik bir ilişki yaşamak üzere evine gidişiyle start alıyor. Çok da fena geçmeyen gece tatsız bir sabahla sonuçlanıyor. Üzerine şehirde çıkan kar fırtınası da eklenince kızımız, bu tek gecelik ilişkisini kapana kısıldığı için biraz daha uzatmak zorunda kalıyor. Belki üzerine hakikaten yaratıcı fikirler eklense, iki tarafın da bakış açısına doğru bir şekilde bakılsa ve biraz olsun bizim jenerasyonun ilişkilerindeki dinamikler yakalansa iyi bir film olabilirmiş. Ama o kadar sığ, o kadar sıradan ki her iki karakter de finale doğru tekdüzelikten içiniz geçiyor. Whiplash ile sınıf atlayan ve yeni Fantastic Four serisinde paraya doyacak olan Miles Teller, umarım artık böyle ucuz senaryoları kabul etmez. Tipton’a ise diyecek bir şeyim yok. Henüz kendisini aşamadı. [C-]
Gelelim yılın en kötülerinden birine. Geçtiğimiz günlerde sırf Kim Jong-un ile dalga geçen Seth Rogen filmi yüzünden Kuzey Kore’den birkaç hacker Sony Pictures’ın screenerlarını sızdırmıştı. Annie de onlardan biri. Henüz dünyada vizyon yüzü görmeyen yapım, muhtemelen müzikal tarihinin en yapay, en iç bayıcı ve en kötü yazılmış hikayelerinden birini beyazperdeye taşıyor. Küçüklüğümden beri Annie’nin öyküsüne tahammülüm olmadığı için, tek atımlık kurşun olduğunu daha Beasts of the Southern Wild’ın kampanya döneminde anladığımız antipatik Quvenzhane Wallis de eklenince sabretmesi zor bir filme dönüştü bir benim için. Büyük ihtimalle tüm oyuncularına birden Razzie adaylığı getirecek, özellikle Rose Byrne ve Bobby Cannavale’nin kariyerinde kara bir leke olarak yerini alacak yapımın elle tutulur tek bir yanı yok. Baştan savma koreografiler, Wallis ve Jamie Foxx’un mimiksiz oyunculuğu, berbat casting seçimleri ve 90’lı yıllarda televizyon için çekilen Noel filmlerindeki yapmacıklığı hatırlatan halleriyle birlikte dibi boyluyor. Son yıllarda izlediğim en kötü filmlerden olduğu gibi, beyazperde tarihinin de son sıralara oynayacak müzikalleri arasında yer almakta. En üzücü kısım ise filmin yönetmenlik koltuğunda Easy A ile ilgimizi çeken Will Gluck’un olması. [F]
Seyirciye ibret alınacak hayat öyküleri taşımayı seven yönetmenleri anlasam da sırf ortalamanın altında bir biyografi çekmek için boşu boşuna para harcayanlara akıl sır erdiremiyorum. Bu sene sırf ödül almak üzere yapılan The Theory of Everything ile zaten mevsimi açmıştık. Şimdi de A Better Life gibi belki sürpriz yaparım diye ümitlenen Cesar Chavez var elimizde. Önemli aktivistlerden biri olarak sayılabilecek Chavez’in Meksika göçmeni işçiler için verdiği mücadele resmediliyor filmde. Oldukça da eli yüzü düzgün bir şekilde başlayıp hiç temposunu bozmadan ilerliyor. Yalnız adeta cetvelle çizilmiş gibi monoton hikaye akışı, iyi ve kötüyü sanki herkes ya siyah ya da beyaz olmak zorundaymış gibi ayırması beni filmden kopardı. Tek olumlu yanı var, o da Michael Pena ve America Ferrera’nın gerçekten de başarılı olan performansları. Eğer ki bu ikiliyi filmde yer almaya ikna edememiş olsalar ortaya nasıl bir tren enkazı çıkardı merak etmiyor değilim. Bu arada John Malkovich’in de oyuncu kadrosunda yer aldığı filmin yönetmeni Y tu mamá también’den hatırlayacağınız Diego Luna. [C]
Şahsına münhasır yönetmenlerden biri olan ve çok da yoğun bir şekilde film çekmeyerek araya zaman koymayı seven Roy Andersson’un son filmi A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence‘ı Filmekimi’nde izlemiştim. Hatta Kamera Arkası’nda tüm Andersson filmlerini ağırlamak gibi bir fikrim de vardı; ama tabii tarzını hazmetmekte zorlandığım için bu fikrimden vazgeçtim. İsveç sinemasının Ingmar Bergman’ı olarak görülmesine rağmen onun kadar yetenekli olduğundan şüphe duyduğum Andersson, “Yaşayanlar” üçlemesinin son ayağında yine ilk iki filmde olduğu gibi absürd hikayeleri bir araya toplamış. Herhangi bir hikaye akışına ya da kurala bağlı kalmadığı gibi farklı makyaj seçimleri ve oldukça sonuk bir renk paletiyle filmini süslemiş. Ben Venedik’ten aldığı ödüle bir anlam getirmeye gayret etmedim; çünkü Andersson’un ne yapmak istediğinden de tam olarak emin olmadığım için bu kararı sorgulayacak pozisyonda sayılmam. Sadece yer yer güldüğüm, yer yer perdeye anlamak isteyen boş gözlerle baktığım filme sınıfı ucundan geçecek bir not verdim. O da başlangıçtaki garip dans hocası, savaşa giden prens ve bitmek bilmeyen şaka oyuncaklarıyla dolu evrak çantalarının hatrına. [C+]
Eleştirel anlamda büyük bir başarı elde etmese de gişeden yana yüzü gülen Rio, Hollywood’un altın kurallarından birinin esiri oldu ve “Para kazandıysan, daha da çok kazan!” mottosundan hareketle devam filmiyle buluştu. Yılın ilk yarısında gösterime giren Rio 2, yine bize egzotik bir dünyanın kapılarını aralayıp birbirinden ünlü isimlerin yer aldığı seslendirme kadrosuyla müzik dolu eğlenceli saatler vaat ediyor. Büyük ihtimalle Akademi’nin En İyi Animasyon kategorisi için zayıf kalacak olsa da neredeyse yerin dibine batırılan yeni filmi ben büyük bir keyifle izledim yine. Blu ve Jewel’ı artık çoluğa çocuğa karıştıran ikinci filmde basitçe şehir hayatını kötüleyen ve yine bize doğanın güzelliklerinden bahseden bir mesaj var. Janelle Monae imzalı özgün şarkılarla yüzümü güldürdüğü, renkli kuşlarıyla gözümü boyadığı ve klişelere yelken açmasına rağmen düşmeyen temposuyla ilgiyi hep ayakta tuttuğu için ben dünyanın geri kalanı kadar nefret etmedim. Ama tabii sizi bilemeyeceğim. Yine de How to Train Your Dragon 2 haricinde tek bir iyi animasyon izlemediğimiz 2014’ün görülmesi gereken işlerinden. [C+]
Networkdeki en iyi drama olan The Good Wife’dan ansızın ayrılan Josh Charles ne yapacak diye sorup duruyorduk. Önce Inside Amy Schumer’da karşımıza çıktı. Şimdi de Bird People isimli bir Fransız bağımsızında. Bir önceki filmi Lady Chatterley ile takdirimizi toplayan Pascale Ferran’ın yeni filmi iki farklı dünyanın insanlarını buluşturup naif bir öykü anlatıyor. Hikayesini dallanıp budaklandırmayarak tamamen Josh Charles ve Anaïs Demoustier’e sırtını dayayan Ferran, daha önceki işlerinde de olduğu gibi sadelikle asıl meselelerine yoğunlaşmak istemiş. Yalnız ikinci yarısından sorna Bird People bir anda rotayı değiştirerek, yönetmenin özendiği sinemacılardan, esinlenmeyi de geçtim, kopyalamaya dönüşüyor. İnkar edemeyeceğim tek bir şey var, o da filmin 2014’deki en iyi açılışlardan birini yaptığı. Çok güzel bir fikirle esasında anlatacağı hikayeyi özetleyen Ferran, ana karakterini bulana kadar pek çok insanın kafasının, kulaklıklarının içine giriyor. Filmin geri kalanı ise daha önce gördüğümüz şeylerin benzer tekrarları… [C]