Oscar Boy Özel
Yaz Tatilinde Tüketilebilecek 10 Dizi: Part II
Geçtiğimiz yıl da yine yaz tatilinde televizyon çılgınlığımızı köreltmek ve kaçırdığımız dizilere yetişmek için bir liste yapmıştım siz sevgili Oscar Boy okuyucularına. Hatta kaçıranlara hemen buraya tıklamalarını hatırlatayım. Ama giderek kalitesi artan beyaz ekranda dolu dolu bir sezon geçirdiğimiz için yaz tatilinde tüketilmeye hazır ve nazır 10 dizi daha çıkarmak istedim huzurlarınıza. Artık tatil yapıp havuz başında Netflix ve türevlerini mi ziyaret edersiniz, yoksa öğrencilik hayatınızın baharında olduğunuz için sürekli ders çalışarak geçen senenizi dizi izleyerek mi unutmaya çalışırsınız bilemem. Benden sıcaklarda eve kapananlar için gelen 10 dizi önerisi şöyle:
OLIVE KITTERIDGE (HBO)
Mini Dizi (4 bölüm)
Tüm dünyanın hayranlıkla takip ettiği başarılı aktris Frances McDormand kocası Joel Coen’in filmi Burn After Reading’den bu yana dişe dokunur bir film için kamera karşısına geçmemişti. HBO ile The Kids Are All Right’ın beyni Lisa Cholodenko’yu bir araya getiren Olive Kitteridge, McDormand’a doyduğumuz dört bölümlük bir mini dizi. Önümüzdeki Emmy Ödülleri’nde mini dizi / TV filmi dallarında başaracaklarına istinaden başına oturmanız zaten farz. Lakin aynı zamanda Olive Kitteridge 2014 yılı içerisinde beyazperdeye uğramış pek çok filmden de daha kompleks bir hikayeye sahip. Hayatı olduğu gibi ekrana getiren Cholodenko, Elizabeth Strout’un aynı adlı romanındaki ana kadın karakterini inşa ederken ciddi anlamda mesai harcamış. Kadrodaki yıldız isimlerin verdiği dört dörtlük performanslar da cabası. Richard Jenkins, Rosemarie DeWitt, Zoe Kazan ve Cory Michael Smith aklıma ilk gelenler. Martha Wainwright’ın yorumladığı Carpenters şarkısı Close to You için bile izlemeye değer. Üstelik depresyona da her karakteri üzerinden farklı yaklaşımlarda bulunarak akılda kalıcı bir tablo oluşturuyor.
BOJACK HORSEMAN (Netflix)
1. Sezon (12 bölüm)
Pek sevdiğim şahane blogger Murat Evre sayesinde tanıştığım BoJack Horseman, Family Guy ve Archer’dan sonra kendimi kaptırdığım üçüncü animasyon oldu. Lakin BoJack’in tek bir sezon içerisinde yaşadığı gelişim şok edici derecede iyi. Absürd bir komedi olarak yoluna start alan yapım bir anda Hollywood taşlamasına dönüşüyor. Bir zamanlar yer aldığı diziyle pek ünlü olan BoJack artık gözden düşmüş ve iş bulamayan ego sahibi bir star. Tekrardan gündeme gelmek üzere menajerinin ona anılarını yazması için birini göndermesiyle BoJack’in dünyası ufak bir değişim yaşıyor. Gerçi içine düştüğü çaresizlik çukurunun derinleşme konusunda pek bir engel tanımadığı, ivmesini sürekli arttırarak BoJack’i diri diri toprağa gömdüğü de bir gerçek. Will Arnett, Amy Sedaris, Alison Brie, Aaron Paul gibi sevdiğimiz yüzlerin seslendirme kadrosunda yer aldığı yapım Netflix bünyesinde gösterilmekte bu arada. Ve ikinci sezonun da 17 Temmuz’da başlaması bekleniyor. Yani elinizi çabuk tutsanız iyi edersiniz.
CATASTROPHE (Channel 4)
1. Sezon (6 bölüm)
En iyi talk-show sunucularından biri olduğunu düşündüğüm Graham Norton sayesinde tanıştım Catastrophe ile. Kendi halinde bir komedyen olan Sharon Horgan ile Twitter sayesinde ünlenen Rob Delaney’yi bir araya getiriyor bu yapım. Ve sürprizlerinden biri de Carrie Fisher’ı konuk oyuncu olarak kullanması. Catastrophe, 40’una merdiven dayamış İngiliz okul öğretmeni Sharon ile iş için Birleşik Krallık’a gelen Amerikalı Rob’un tek gecelik ilişkisinin bir hamilelik ile sonuçlanmasını konu alıyor. Tartışılmaya müsait, garip ilişkileri bu gelecek çocuğun haberiyle iyice şenleniyor. Rob, Sharon’ın yanına Londra’ya taşınıyor. Tabii buna bağlı olarak da tüm sosyal çevresini ve iş hayatını sıfırlaması, her şeye yeniden başlaması gerekiyor. Tatlı mı tatlı bir komedi kısacası Catastrophe. Her ne kadar iki başrol oyuncusu okyanusun farklı taraflarından geliyor olsa da bu diziye ev sahipliği yapan İngiliz kanalı Channel 4’da daha önce ekrana gelmiş komedileri epey andırıyor. Amerikan seyircisiyle henüz Amazon’da buluştuğunu da ekleyeyim. Oldukça iyi eleştiriler almışlar hatta.
KINGDOM (Audience Network)
1. Sezon (10 bölüm)
Merak etmeyin, bu diziyi bir Jonas Brothers hayranı olduğum için önermiyorum! Friday Night Lights ve Damages gibi esas kanallarında iptal olmuş dizilere yer veren Audience Network, eski adıyla The 101, DirecTV’nin bir alt kuruluşu esasında. Bu sene bir ilke imza atarak tamamen orijinal ve kendi prodüksiyon şirketlerinden çıkma bir dizi için kolları sıvadılar. Dizinin kadrosu da epey enteresan. Hep bu tarz karakterlere can vermeyi seven Frank Grillo, Parenthood’un şehla çocuğu Matt Lauria, neredeyse tüm networkleri dolaşarak konuk oyunculuk yapan Jonathan Tucker ve şarkıcılıktan oyunculuğa adım atan Nick Jonas. İlk birkaç bölümünde durağan temposu sanki hikaye hiçbir yere ilerlemeyecekmiş gibi bir his yaratsa da sezonun ortasına doğru çözülüyor Kingdom. Evet boks dünyasında artık çok alıştığımız bağımlılık, kimin eli kimin cebinde hikayeleri ve hırstan nasiplenen bir öyküsü mevcut. Fakat kadrodaki başarılı oyuncuların da yardımıyla kendine has bir atmosfer oluşturmayı başarmışlar. Sonbaharda başlayacak ikinci sezonun da 20 bölüm olacağı duyurulmuş ayrıca.
FRESH OFF THE BOAT (ABC)
1. Sezon (13 bölüm)
Adındaki ırkçı söylemden dolayı bile veto yemeyi hak ediyor gibi gözüken Fresh Off the Boat, bu sene ana networklerde yayın hayatına başlayan kayda değer tek dizi olabilir. Kablolu artık ABC, NBC, Fox ve CBS dörtlüsünün pabucunu dama attığından böyle yenilikçi işlerle karşılaşmak mutlu ediyor. Meşhur şef Eddie Huang’ın anılarından dizi haline getirilen Fresh Off the Boat, Washington’dan Florida’ya göçen Asya-Amerikalı bir aileyi konu almakta. Açtığı restoranın başarılı olması için mücadele eden bir baba, her türlü Uzak Doğu klişesine uyan bir anne, kafayı hip-hop ile bozmuş bir çocuk ve ebeveynlerinin gözüne girmek için mücadele veren kardeşler. 94’ten bu yana networklerde başrolünde bir Asyalı’nın yer aldığı ilk diziymiş Fresh Off the Boat. Ama imza attığı rekorlar ve ilklerden ziyade Constance Wu’nun başarılı performansı sebebiyle izlenmeyi hak ediyor. Eğer birisi Julia Louis-Dreyfus (Veep) ve Lisa Kudrow (The Comeback) ile mücadele edecekse adres belli. Keşke bir mucize olsa da Emmy adaylarının arasına girse.
THE LEFTOVERS (HBO)
1. Sezon (10 bölüm)
Daha ne kadar reklamını yapabilir, ne kadar bu diziyi övmeye devam edebilirim bilmiyorum. Ama tekrarlayayım: The Leftovers, Mad Men’den beri televizyonun başına gelmiş en güzel şey. Adeta bir filmi andıran pilot bölümü, Justin Theroux’nun başını çektiği efsanevi kadrosu, Max Richter’in aklınızı başınızdan alan müzikleri ve tabii ki de Damon Lindelof’un zekasıyla şimdiden televizyon klasikleri arasına girmeyi başardı The Leftovers. Buram buram bilimkurgu kokan bir hikayeyi alıp daha önce tatmadığımız bir perspektifden anlatmaya çalışıyor dizi. Bundan üç yıl evvel dünya nüfusunun %2’si ansızın ortadan kaybolmuş ve geri gelmemiştir. Normalde izleyeceğiniz dizi ya da film bu insanların geldiği günü anlatmayı tercih eder. Fakat Tom Perrotta’nın romanından uyarlanan The Leftovers, gidenin geri dönmediği bir dünyada geçiyor. Ki zaten dizi de adını buradan, geride kalanlardan alıyor. İkinci sezonun daha farklı karakterlere odaklanacak olması beni epey üzüyor olsa da bu efsanenin gittiği yere kadar ne olursa olsun devam etmesini her şeyden çok istiyorum. Bizlere Lost’u hediye eden Damon Lindelof’a da buradan binlerce kez teşekkürler!
THE COMEBACK (HBO)
1. Sezon (13 bölüm), 2. Sezon (8 bölüm)
Söyleyin bana, hangi dizi ilk sezonu iptal edildikten 9 yıl sonra hortlayarak geri dönmüştür. Friends ekibi efsanevi sitcom sonlandıktan sonra ne yazık ki çok iyi seçimler yapmayı başaramamıştı. Jennifer Aniston’ın kötü komedi denemeleri, Matt LeBlanc’ın Joey adındaki başarısız spin-off’u derken tüm Friends meselesi hızlıca kapatılıp rafa kaldırıldı. Lakin Lisa Kudrow’un The Comeback ile buluşması tesadüf olmasa gerek. Friends kadrosunun geri kalanından kat kat yetenekli olduğunu bildiğimiz başarılı aktris, HBO her ne kadar dizinin ilk sezonunu iptal etse de burnu büyük Televizyon Akademisi’nden adaylık almayı başardı. Ve bu sene yayınlanan ikinci sezonla da tekrardan Emmy yarışında gibi gözüküyor. Bu arada merak edenler için de ekleyeyim, The Comeback başarılı bir sitcom’da oynadıktan sonra gözden düşen ve tekrardan sektörde tutunmaya çalışan bir aktrisi konu almakta. İlk sezonda ana karakter Valerie Cherish’i takip eden bir reality şov ekibi vardı. İkinci sezonda ise Valerie bu sefer adına yapılan bir belgesel için yine bir kamera ordusu ve mikrofonlarla oradan oraya koşuşturuyor. Mutlaka, ama mutlaka izlemeniz gerek!
ALMOST ROYAL (BBC America)
1. Sezon (7 bölüm)
Türkiye’de benim dışımda Almost Royal izleyen birisi daha var mı diye merak etmiyor değilim. BBC America’nın yarı reality, yarı komedi sayılabilecek programı kendini kraliyet ailesindenmiş gibi tanıtan Georgie ve Poppy’nin Amerika seyahatini anlatıyor. Tamamen doğaçlama üzerine kurulu olan yapım Sacha Baron Cohen’in tarzını anımsatmakta biraz. Pek de iyi reytingler alamadıkları ilk sezonda Los Angeles, Boston, Texas, New York, Detroit, Washington DC ve Nashville topraklarına uğradılar. Sekiz bölüm olması planlanan ikinci sezonda da seyahatleri kaldığı yerden devam edecekmiş. Her bölümde tahta oturma ihtimallerinin sıralaması da değişen ana karakterleri Ed Gamble ve Amy Hoggart adında tanımadığımız iki oyuncu canlandırmakta. Acaba bir gün fazlaca ünlü olup Almost Royal’ı halkın arasına karışarak çekemeyecek hale gelirler mi? Yalnız BBC America’nın adeta koca bir ülkey aptal yerine koyan böyle bir programa yer vermesi de epey şaşırtıcı. Kazara Almost Royal’a rastlayıp gerçekten de Georgie ve Poppy’nin kraliyet üyesi olduğuna inanan Amerikalılar varsa şaşırmam.
CUCUMBER / BANANA (Channel 4)
1. Sezon (8 bölüm)
Aynı gece içerisinde yayınlanan Cucumber, Banana ve Tofu tamamen Russell Davies’in imzasını taşıyan yapımlar. Manchester’daki eşcinsellerin hayatına odaklanan bu üç yapım 8 hafta boyunca arka arkaya Channel 4 ekranlarına geldi. İsimleri de erkek üreme organının sertlik derecelerinden ismini almakta. Tüm kadronun eşcinsel olmak ve LGBT’nin Manchester’daki varlığı üzerine röpörtajlar verdiği Tofu’yu hiç izlemedim. Ama 8 farklı karakteri her hafta ayrı ayrı anlatan Banana ve 40’ını aşmış Henry’nin bir anda ters yüz olan özel hayatına odaklanan Cucumber’a ayrı ayrı hayranım. Aynı anda bu kadar komik, bu kadar karamsar ve bu kadar düşündürücü olabilmeyi nasıl başardılar bilemiyorum. Ama cinsel kimliğiniz fark etmeksizin hayatla ilgili dersler alabildiğiniz, yetişkin ya da genç olmak üzerine güzel cümleleri var Cucumber ile Banana ikilisinin. Eğer izleyecek olursanız mutlaka iki diziyi eş zamanlı takip etmeye gayret edin. Paylaştıkları ortak detaylar sayesinde haftalık izlemeniz diziden aldığınız keyfi daha da artıracaktır.
JANE THE VIRGIN (The CW)
1. Sezon (22 bölüm)
İlk fragmanını izlediğimde dalga geçtiğim Jane the Virgin, bir zamanlar Amerika’yı epey sallamış Desperate Housewives’ın tarzını epey anımsatan bir komedi. Normalde The CW bünyesinden izlemek için vakit ayırmaya değecek dizilere pek rastlamıyoruz. Fakat Jane the Virgin tüm tabularınızı yıkarak, ciddi ciddi pembe dizileri andıran oyunculukları ve işleyişiyle sizi atmosferinin içine çekiyor. Başrol oyuncusu Gina Rodriguez’in ekran karizmasından beslenen yapım zaten bir Venezuela pembe dizisinin Amerika uyarlaması. Fakat kanal özellikle Latin bir ekiple çalışarak temayı bozmamaya gayret etmiş. Yaptığı harika müziklerle tanıdığımız Gustava Santolalla’nın da yine akılda kalıcı besteleriyle donattığı dizi, 22 bölüm olmasına rağmen hızlıca akıp geçiyor. Şu listeden de ciddi anlamda Emmy başarısı elde etmeye yakın tek yapım gibi duruyor. Yukarıdaki resimde yer alan kızcağızı bir yerden hatırlayanlara da hemen Altın Küre gecesini işaret edeyim. Gina Rodriguez ilk büyük ödülünü o gece alarak adını HFPA tarihini altın harflerle yazdırmıştı.
Bunlar beni kesmez diyenlere… Satisfaction (USA Network), American Crime (ABC), The Honourable Woman (BBC Two), Mozart in the Jungle (Amazon), Unbreakable Kimmy Schmidt (Netflix)
AFK
1 Temmuz 2015 at 15:35
Tatilde film mi dizi mi izleyeceğim şaşırdım sayende. Buradan The Comeback’i önce bir cebime koyayım sonra tekrar uğrayacağım 😉