Eleştiri
Welcome to Me
Yine sizden özür dileyerek başlamak istiyorum söze. Televizyona kafamı gömdüğüm için izlediğim filmleri değerlendirecek vaktim olmadı. Vakit bulduğumda yazasım gelmedi. Yazma arzum olmayınca çıkan şeylerin de ne kadar tatsız olduğu malum. O yüzden bugün iki ay evvel izlemiş olduğum Welcome to Me ile başlayıp Lost River, The Duke of Burgundy, Kingsman: The Secret Service, Testament of Youth, Slow West, The Second Best Exotic Marigold Hotel, Cinderella ve Woman in Gold’la devam edeceğiz. Kendinizi 2015 film maratonuna hazırlasanız iyi edersiniz. Yaz bitip Telluride ve Toronto Film Festivali başlamadan birikenleri aradan çıkaralım istiyorum. Şimdi kendimizi özür satırlarından alıp gelelim asıl meseleye… Saturday Night Live mezunları arasında sadece komediye odaklanmayıp bağımsız yapımlarda önemli roller kapan Kristen Wiig’in son numarası Welcome to Me. Arka arkaya yer aldığı Girl Most Likely, Hateship Loveship ve The Skeleton Twins sebebiyle acaba benzer rollere takılıp kaldı mı diye endişeleniyorduk. fakat Welcome to Me sayesinde Wiig yepyeni bir sayfa açmayı başarmış gibi gözüküyor. Bu sene Sundance’de prömiyerini yapan The Diary of a Teenage Girl ile Ridley Scott filmi The Martian’da da izleyeceğiz kendisini. Risk alıp almadığını görmek için bir süre daha beklemeye devam edeceğiz gibi gözüküyor.
Borderline kişilik bozukluğu adında pek de aşina olmadığımız bir hastalığa sahip Welcome to Me’nin ana karakteri. Kabaca açıklamak gerekirse kişinin karakterinin ve rıh halinin iki uç arasında sürekli olarak gidip geldiği bir psikolojik rahatsızlık BDP. Dolayısıyla filmin merkezinde yer alan Alice Krieg, çok da büyük bir çevresi olmayan ve aldığı ilaçlarla hayata tutunup günlük rutinlerine sıkışıp kalmış bir kadın. En büyük takıntısı gündüz kuşağı programları ve tabii ki Amerika’nın sevgilisi Oprah Winfrey. Oprah’nın programının kayıtlı olduğu kasetleri sürekli olarak oynatıp dikkatli bir şekilde izleyerek geçiriyor günlerini Alice. Derken yine doğal rutininin bir parçası olan şans oyunlarından birinde büyük ikramiyeyi kazanınca bir anda tüm dünyası sarsılıyor. Alice önce ilaçlarını bırakıp, ardından da yerel bir kanalın yöneticileriyle anlaşarak bir gündüz kuşağı programı yapmak için kolları sıvıyor. Tabii ki de bu süreçte hem onu kullanmaya çalışanlarla, hem de iyilik meleği gibi arkasını kollayanlarla tanışıyoruz.
Welcome to Me’nin aldığı en büyük eleştiri BDP hastalarını yanlış bir şekilde tasvir etmiş olması ve bu psikolojik rahatsızlığı inceden inceye dalga geçmek için kullanması. Daha evvel figüran olarak birkaç rol koparan Shira Piven’ın yönettiği (Jeremy Piven’ın ablası) ve ilk senaristlik deneyimi için harekete geçen Eliot Laurence’ın kaleme aldığı film oldukça karanlık bir rota çizerek ilerliyor. Filmin yer yer yarattığı absürd mizansenler ile seyircisine güldürmeye bir meyili yok değil. Fakat bir yandan da Alice’i tanırken hikayedeki pek çok şeyin gerçekten de var olabileceği ihtimalini kavrayıp tüyleriniz ürperiyor. Hayatındaki en büyük tutkusunun peşinden koşarken düştüğü müşkül durumlara rağmen düştüğü yerden kalkıp devam edebilme becerisi takdire şayan olsa da, film iyi yönlerinden ziyade Alice’in zayıf noktalarına odaklanıyor. Belki de en büyük kusuru bu. Çünkü aynı şeyler üzerine tekrar tekrar benzer mizansenler üretmesi bir noktadan itibaren Welcome to Me’yi tek notaya basıp duran bir filme dönüştürüyor.
Kristen Wiig’in performansı bugüne kadar gördüğümüz hallerinden epey farklı. Hatta güvenli ve emin olduğu sınırları bir süreliğine terk ettiğini bile söyleyebiliriz. American Beauty’den bu yana hep irili ufaklı rollerde izlememize rağmen bir türlü patlama yaşayamayan Wes Bentley, hikayede seyircinin bakış açısını temsil ediyor. Alice’in fikirlerine daha anlayışlı yaklaşan taraf o olurken, kanalın yöneticilerinden biri olarak izlediğimiz James Marsden daha köşeli bir karaktere can veriyor. Hatta Marsden üzerine bir takım TV eleştirileri yapıldığı bile söylenebilir. Bu üç ismin haricinde Linda Cardellini de ilgimi çekti benim. O da tıpkı Bentley gibi tek rolle koca bir kariyer sürdürdü. Parlama vakti hiç gelmeyecek gibi. Tabii bağımsız sinemanın diğer divaları Joan Cusack, Jennifer Jason Leigh ve Loretta Devine’ın adını da anmadan olmaz. Lakin minnacık karakterlere can verdikleri gibi, Kristen Wiig kadar parlama fırsatı da yakalayamıyorlar.
Risk almaya bayılan Amerikan bağımsız sinemasının son örneği denilebilir Welcome to Me için. İçten içe iyi bir film olmadığını bilerek seyrediyorsunuz. Fakat içerisindeki oyuncuların varlığı ve senaryonun bir yerlerine sakladıkları “Televizyonun yeni nesilleri aptallaştırması” üzerine yapılan önermeler kısmen tatmin etmeyi başarıyor.
[review]
Ö.B.Ö
9 Haziran 2016 at 03:51
Borderline Kişilik Bozukluğu ile ilgili izlediğim en leş ve art niyetli film Welcome to Me.Bu denli özensiz bir film için ne denli hakaret etsem az kalır! Birincisi BKB hastalığı oldukça kompleks ve farklı eğilimler gösteren geniş bir hasta skalasına sahiptir.İkincisi BKB,Bipolar vb. hastalıkları konu alan filmler sürekli ve bilinçli bir alçaklıkla bu hastalığa sahip insanları karikatürize,tek tip ve “korkunç” varlıklar olarak afişe edip prim yapma yolunu seçiyor. Sonra da edilgen ve tüketici “gösteri”nin zavallı sürüleri bu tarz “hasta”ları “seyirlik” metalar olarak tüketip kendi öz-benlikleri!ne mastürbasyon yapıp rahatlıyorlar! Ne güzel değil mi modern “gösteri toplumu” ???? Foucault yazmış yazmasına ama ,modern toplumun edilgen ve yabancılaşmış “normal” lerinde bunu anlayacak beyin nerde!!