Eleştiri
Yazdan kalma bir deste film
Bu sene izlediğim filmleri kısa kısa yazıp geçiştirmeyeceğime söz vermiştim; ama o kadar çok vasat filmi seyredip bir kenara attım ki hiçbiri hakkında uzun uzun gevezelik etmek istemiyorum. O yüzden fikrimi bilin, “Bunu izlemeyi planlıyorum, sen ne düşünüyorsun?” diye merak ettiğinizde bir cevabınız olsun diye yazdan kalma 10 adet filmi bir araya getirdim. Beğenmeyen küçük oğluna almasın diyerek Slow West, The Second Best Exotic Marigold Hotel, Cinderella, Woman in Gold, True Story, Insurgent, Trash, Pitch Perfect 2, Seventh Son ve Hot Pursuit konuşacağız. Hazır mısınız?
Slow West
Rol seçimleriyle çok heyecan verici bir kariyer inşa ettiğini düşündüğüm Michael Fassbender’ın bugüne kadar izlediğim en anlamsız filmiydi Slow West. 21. yüzyılda western türüne getirilen yeni yorumları oldukça başarılı bulsam da Slow West ağzında bir şeyler geveleyerek boş felsefe yapmayı seven o filmlerden bir diğeri. Sundance’den ödülle dönen yapım genç bir İskoç’un sevdiği kadını bulmak için Amerika’yı arşınlamasını anlatıyor. Bu genç adama yolda tanıştığı bir haydutun rehberlik etmesiyle seyahati daha da renkli bir hal alıyor. Kadroda Michael Fassbender haricinde çok takdir ettiğim bir başka aktör, Ben Mendelsohn var. The Road’la hayatlarımıza girdikten sonra ikinci sınıf bağımsızlara mahkum edilen Kodi Smit-McPhee ise filmin merkezindeki karakteri canlandırmakta. Ama o kadar düz, o kadar heyecansız bir senaryosu var ki Slow West’in diğer işlerini sevdiğim bu üç oyuncunun performansından zevk almakta güçlük çektim. Western türünün tanımını biraz bozarak içerisine belli belirsiz bir mizah ekleyerek bir şeyler yapmaya çalışmış John Maclean. Lakin tüm bu eforunun sonucunda ortaya ilgiyi ayakta tutmayı başaramayan bir film çılmış. [C-]
The Second Best Exotic Marigold Hotel
The Best Exotic Marigold Hotel’in ticari başarısından sonra bu efsanevi ekibi tekrardan bir araya getirmeye karar veren stüdyo yine projenin başına John Madden’ı yerleştirmiş. The Second Best Exotic Marigold Hotel isimli devam filmi de tıpkı ilkinde olduğu gibi İngiliz sinema endüstrisinin en değerli oyuncularını ekrana taşıyor. Bir yanda Judi Dench, diğer yanda Maggie Smith derken resmen büyük ustaları hazmı oldukça kolay bir dramada izliyorsunuz. Bu sefer aşk temasıyla birlikte ölüm korkusunu da birleştirerek daha derli toparlı bir şeyler çıkarmışlar ortaya. Oteli tamamen kaybetme korkusuyla yaşayan olgun misafirler onlar için canını dişine takan Dev Patel’in maceralarına ortak oluyor. Judi Dench ile Bill Nighy arasındaki hikayenin belirsizliği sona ermiş. Maggie Smith’in karakteri de sürekli tek cümlelik esprilerle havayı ısıtan biri olmaktan çıkmış. Kadroya eklenen yüzler arasında ise Amerikan sinemasının beyaz saçlı prensi Richard Gere ve Episodes ile hiç terk etmemek üzere hayatlarımıza giren Tamsin Greig var. Ben istediğini başaran ve keyifli vakitler yaşatan bir film olarak gördüm The Second Best Exotic Marigold Hotel’i. Benzer beklentilerle izlerseniz tadına varmanız mümkün. [C+]
Cinderella
Sleuth’dan sonra kariyerinde yeni bir dönemece giren ve Thor ile Jack Ryan: Shadow Recruit için kamera arkasına geçen Kenneth Branagh yine bir stüdyonun kölesini olmuş. Bu sefer ise senenin “kesin prodüksiyon tasarımı ve kostüm tasarımı dalına aday olacak vasat film” kontenjanını dolduran Cinderella ile karşımızda. Hepimizin küçük yaşlardan beri binlerce defa duyduğu, tüm ayrıntılarına aşina olduğu Külkedisi hikayesi Disney’in yaptığı küçük oynamalarla yeni bir yoruma ulaşmış. Malum son dönemde Disney stüdyoları meşhur masallardaki kötü karakterlerin insani yanlarını göstermek için çabalıyor. Hatırlarsanız Maleficent için başlı başına bir film yapıldı. Cinderella’da odak üvey anne olmasa da Cate Blanchett tarafından canlandırılan karakteri kötü olmaya entegre etmiş olayları teker teker öğrenme fırsatı yakalıyoruz. Film bunun haricinde adeta bir dizi oyuncusu karması. Downton Abbey’den Lily James ve Sophie McShera, The Borgias’dan Holliday Grainger, Game of Thrones’dan Richard Madden… Tabii hiçbiri de ne yaparsa yapsın Blanchett’in karizmasına erişemiyor. Şimdi asıl soru şu, Sandy Powell’ın dördüncü kez Oscar’ı kucaklamasına hazır mısınız? [C+]
Woman in Gold
Açıkçası ben yavaştan Helen Mirren’ın, Meryl Streep tarafından kabul edilmeyen rolleri koştura koştura aldığını düşünmeye başladım. Hitchcock, The Hundred-Foot Journey ve şimdi de Woman in Gold… Yine enteresan bir burun makyajıyla dikkatimizi dağıtmaya çalışan başarılı aktris, oyunculuk paletinin büyük bir kısmını İngiltere kraliçelerine harcasa da bu sefer Avusturya’dan kaçmak zorunda kalmış bir Yahudi olarak karşımıza çıkıyor. ABD’ye yerleşip burada kendi halinde geçinen Maria Altmann, Avusturya hükümeti tarafından el konulan bir resmin yengesi Adele olduğunu iddia ederek açtığı davayı konu almakta Woman in Gold. Tamamen gerçek olaylara dayanan yapımda Helen Mirren’ın avukatı olarak da yetenek abidesi (?) Ryan Reynolds’ı izliyorum. Kabul etmek gerek, Woman in Gold dertsiz tasasız ve senaryosundaki tüm savsak seçimlere rağmen sürükleyici olmayı başarabilen bir film. Ama hikayenin taslağında yolunda gitmeyen o kadar çok şey var ki hangi birini görmezden geleceğinizi şaşırıyorsunuz. Benim en çok hoşuma giden şey Mirren & Reynolds haricinde birbirinden başarılı oyuncuları bir araya toplamaları oldu. Tabii Simon Curtis’in yaptığı light filmlere daha ne kadar tahammül ederiz bilemiyorum. [C]
True Story
True Story, Akademi’nin çok sevdiği bir türün oldukça eli yüzü düzgün bir örneği. Yine gerçek bir hikaye var karşımızda. Bir yanda kariyerindeki sıçramayı devam ettirmek için yalan söylemeyi göze alan bir gazeteci, diğer yanda ise büyük bir soğukkanlılıkla ailesinin canına kıyan bir narsist. Hayat bu ikilinin yollarını bir şekilde kesiştirdikten sonra Michael Finkel’in bir dönem Amerika gündemini meşgul etmiş Christian Longo’nun hikayesine ses oluşu anlatılıyor. Jonah Hill, arka arkaya aldığı iki Oscar adaylığı sonrası dümeni komedilerden dramalara çevirdi biliyorsunuz ki. Ama True Story, aktörün kendini fazla ciddiye aldığını hissettiğiniz ve büyük oynadığı anlarda komik duruma düştüğü bir iş olmuş. James Franco ise 127 Hours sonrası okuduğu üniversite sayısını anlatmaktan başka bir işe yaramayan ününü ilk kez doğru şekilde kullanmış bana kalırsa. Çok çok iyi bir oyunculuk çıkardığını düşünmesem de Franco’nun gülmeden stabil bir şekilde oynayabildiğine uzun süredir şahit olamamıştık. Gerilimin dozu haricinde Felicity Jones tarafından verilmiş oldukça başarılı bir performans da mevcut True Story’de. Belki Oscar yarışına dahil olacak kadar kuvvetli değil; fakat doğru bir yönetmenin eline düşmüş olsaydı acaba Franco ile Hill’in alacağı adaylıklardan bahseder miydik diye düşünmüyor değilim. [C+]
Insurgent
İlk film Divergent’ı en az The Hunger Games serisinin başlangıcı kadar gereksiz bulsam da Insurgent bu yeni ütopik seriye olan tutumumu epey değiştirdi. Hatırlarsanız diğerlerinden farklı olduğu için soyutlanan Beatrice (hep aynı alt metin), dayısı gibi gözüken sevdiceği Four ile uzak diyarlara kaçmıştı. Bu sefer yaptıkları başkaldırışın sonuçlarıyla yüzleşmelerini ve bu uğurda verdikleri savaşı izliyoruz. Shailene Woodley’ye hiç film izlemediğini ve pek çok ünlüyü tanımadığını söylediği günden beri mesafeliyim. Kimyalarının hiç tutmadığı Theo James ile birlikte neredeyse her sahnede mevcutlar. Ama ne yaparlarsa yapsın o suni aşkı yutturamıyorlar. Bir de tabii Woodley’nin yakın zamanda romantizm dolu filmler yaptığı Miles Teller ve Ansel Elgort’ın da etrafta dolanması sıkıntısı var. Sanıyorum diğerleriyle yaşadığı ekran aşkları daha inandırıcı olduğu için bir türlü o etkiden kurtulamıyoruz. Naomi Watts serinin yeni transferi. Kate Winslet ile birlikte akıllara zarar kötülükte performans sergiliyorlar. Belki Razzie’de isimlerini görürüz. Octavia Spencer’ı da filmin ilk çeyreğine kondurarak Oscar ödüllü oyuncu sayısını artırmaya çalışmışlar sanırım (Daha çok para, daha çok gişe!). Ama tüm dalga geçmelerime rağmen ilk film Divergent’dan bir tık daha ötede Insurgent. Genç kız rüyası olmaktan çıktığı için mutluyum. [C+]
Trash
Stephen Daldry benim gerçekten sevdiğim ve herkes ondan nefret etmek için dirense de sevdiğimi yüksek sesle söylemekten çekinmediğim bir yönetmen. The Hours ve Billy Elliot başlı başına bir klasik. The Reader’dan The Dark Knight’ın yerini ettiği için nefret edilse de bir başka Daldry harikası olduğunu düşünüyorum. Extremely Loud & Incredibly Close ise kesinlikle yöneltilen eleştiri oklarını hak etmiyor. Lakin Trash hakikaten de Daldry’nin alıştığımız kalibresinin çok çok altında bir film olmuş. Yine gözyaşlarını harekete geçirecek ufak dokunuşları var; ama bir yönetmen olarak kimliğini hiç hissedemiyorsunuz. Andy Mulligan’ın aynı adlı romanından uyarlanan yapım basit bir kovalamaca hikayesinin arkasına sığınarak Brezilya’daki yolsuzluklara, adaletin geldiği acınası noktaya ve fakir ile zengin arasındaki büyük uçuruma dikkat çekiyor. Filmde iki tane tanıdık yüz var. Birisi güzeller güzeli Rooney Mara, diğeri ise Martin Sheen. Ama o kadar kötü yazılmış karakterler ki iki oyuncu da figüran görevini üstleniyor. Yalnız Trash’in hikayesinin merkezine yerleştirilen üç ufaklık harikalar yaratıyor denebilir. Filmin düştüğü klişe çukurları haricinde bir büyük sıkıntısı da Magic Mike’ı hatırlatan sarı sinematografisi. Güneşin çok olduğu ülkelere gidince nedir bu sarının peşine düşme sevdası anlayamıyorum. Ailecek izlenip ertesi günü unutulacak filmlerden biri olmuş. Mümkünse Daldry hemen bir sonraki projesine geçiş yapsın. [C]
Pitch Perfect 2
Üç sene evvel gösterime giren filmin ticari başarısından sonra Pitch Perfect ekibi bir kez daha toplanıp yarıda kalan hikayelerinin devamını getirmiş. Bu sefer yönetmen koltuğunda filmde küçük bir rolü de olan aktris Elizabeth Banks oturuyor. İkinci filmin transfleri arasında ise Hailee Steinfeld, Katey Sagal ve Keegan-Michael Key gibi isimler var. Hollywood’un “Kadınların önderlik ettiği hikayeler para kazandırmıyor.” önyargısını yerle bir eden yapım yine eğlencenin gazına basarak seyirciye dış dünyadan kopmayı vaat eden keyifli iki saat sunmakta. Her ne kadar Up in the Air ile Oscar’a aday olsa da Twilight serisinin de yardımıyla Pitch Perfect zamanı şöhretle buluşmuştu Anna Kendrick. Bu sefer tüm ağırlığı onun karakterine vermek yerine herkesin önüne bir şeyler kondurmuşlar. Rebel Wilson filmin tüm komedi ihtiyacını karşılıyor, sürpriz konuk oyuncular ise sürekli olarak ilgiyi ayakta tutmaya yardımcı oluyor. Yalnız ilk filme oranla daha dağınık ve aşırı hesapçı olması sebebiyle Pitch Perfect 2’nun ufak da olsa hayal kırıklığı yarattığına dikkat çekmekte yarar var. Ama Glee jenerasyonunun ölüp bittiği mash-uplar ve belli belirsiz bir romantizm yine hikayedeki yerini almış. [C]
Seventh Son
Bu kadar ünlü oyuncu bir araya getirip ikinci değil, beşinci sınıf bir film çekmek marifet ister. Eğer dünya üzerinde En Kötü Görüntü Yönetimi ve En Kötü Görsel Efekt diye bir ödül var ise buyrun size o heykelciklerin 2015 yapımı talibi Seventh Son. İki saatin altındaki süresine rağmen saçmalıkları sebebiyle beş saat hissettiren ve flu görüntüleri yüzünden baş ağrısı yapan film büyük ihtimalle romanın bir fanboyunun eline geçmiş, ortaya da ne idiği belirsiz böyle bir proje çıkmış. Benim merak ettiğim iki şey var bu filmle ilgili. Birincisi o dönem Still Alice için kampanya yapan Julianne Moore bu filmin oylama zamanında gösterime girmemesi ne kadar para harcadı? Ya da Seventh Son’dan alacğaı çekleri birilerine mi bağışladı? Gerçi Eddie Redmayne de aynı hezimeti Jupiter Ascending ile çok daha kötü bir derecede yaşamıştı ama Seventh Son ondan bile beter bir film. İkincisi ise bize Dirty Pretty Things, Peaky Blinders, Locke, Eastern Promises gibi işleri emanet etmiş Steven Knight ne yapmaya çalışıyor? The Hundred-Foot Journey’yi de o uyarlamıştı hatırlatırım. Acaba rewrite için mi koşuyorlar kapısına? Stüdyoları borcu var da mı reddedemiyor? Belki de Nicolas Cage sendromuna yakalanmıştır, bilemiyorum. [F]
Hot Pursuit
Kabul ediyorum, artık böyle kötü komedileri değil izlemek, adını dahi anmamam gerek. Ama bazen kafamı dağıtma ihtiyacı hissedip Hollywood’un üzerinde fikir yazılı olan kağıtları havaya atıp yaptığı filmleri izliyorum. Hot Pursuit de onlardan biri. Bir yanda daha geçtiğimiz sene Wild ile ikinci Oscar adaylığını alarak “Henüz bitmedim.” diyen Reese Witherspoon var. Diğer yanda ise beş sene üst üste En İyi Komedi Dizisi seçilmiş Modern Family’nin başarılı kadrosundan Sofia Vergara. Yalnız bir araya gelerek yapmaya çalıştıkları naftalin koktuğu için Hot Pursuit hiç ama hiç güldürmüyor. Belki bundan 10 sene önce çekilmiş olsa gişe rekorları kırabilecek yapım sektördeki belli belirsiz feminist hareketi takip ederek “İşte kadın başrollü filmle para kazanıyoruz!” imajı yaratmaya çalışırken iki karakterini de aşağılayarak inşa etmeye çalıştığı her şeyi yerle bir ediyor. Ben sonunu getirmekte epey zorlandım. Ve şu an acaba Fifty Shades of Grey mi, yoksa Hot Pursuit mü daha kötüydü ikilemi yaşıyorum. Koşarak uzaklaşmanız çok samimi tavsiyemdir. [F]
Metehan
19 Ağustos 2015 at 10:57
“Bu sene izlediğim filmleri kısa kısa yazıp geçiştirmeyeceğime söz vermiştim”
Ben de neden -Tembelin Günlüğü – yazıları hiç çıkmıyor diye merak ediyordum 🙂