Eleştiri
Carol
Ve Filmekimi heyecanı başladı! Türkiye’deki her sinemaseverin iple çektiği tek festival Filmekimi. Çünkü özellikle Cannes programından merak ettiğimiz neredeyse her şeyi izleme imkanı yakalıyor, bir de bunun üzerine ödül sezonu ile ilgilenenleri tatmin edebilecek filmleri de görmüş oluyoruz. Evet, bu yıl uzun zamandır olmadığı kadar zayıf bir program var. Ama bunun Filmekimi’nden ziyade, 2015’le alakası olduğunu düşünüyorum. Yorgos Lanthimos’un The Lobster’ı ve Alejandro Gonzalez Inarritu’nun The Revenant’ı haricinde merak ettiğim tek bir iş dahi yok. Ki bunlardan birini de uzunca bir süre izleyemeyeceğiz gibi gözüküyor. Neyse efendim, biz dönelim Filmekimi’ne start verdiğim Carol’a… Cannes’da prömiyerini yaptıktan sonra başrol oyuncusu Rooney Mara’ya ödül getiren yapım uzunca bir süre sessizliğini koruyarak kendini güz festivallerine saklamıştı. Derken Telluride’a uğradı ve Cannes’dan gelen tepkilerin üzerine yenileri eklenerek iyice meraklandırdı bizleri. Toronto’da Blanchett’in diğer filmi Truth’a yer verip köşesine çekilen Carol, birkaç gün evvel ABD prömiyerini de New York Film Festivali’nde yaptı. O günden beri de yabancı eleştirmenlerin dilinden düşmüş değil. Şimdi sıra bizde! Ben dün gece sıramı savarak Carol’ın geniş hayran kitlesine katılma şerefine eriştim. Şimdilik yerli izleyicinin tepkisi pek parlak değil. Neyse ki aynı kalabalığın prestijli ödüller üzerinde bir etkisi yok. O yüzden siz şimdiden kendinizi Carol fırtınasına hazırlarsanız iyi edersiniz.
Daha evvel beyazperdeye The Talented Mr. Ripley, Strangers on a Train ve The Two Faces of January gibi pek çok eseri uyarlanmış bir kadın Patricia Highsmith. Kariyeri psikolojik gerilim türünde yazdığı kitaplarla dolu olan efsanevi yazar aynı zamanda da hikayelerindeki karakterlerin eşcinsel eğilimleriyle tanınıyor. Öyle ki The Two Faces of January’de bile iki erkek arasındaki cinsel gerilimin tadını alabiliyordunuz. Carol ise daha çok The Talented Mr. Ripley’yi andırmakta. Hatta ben filmi izlerken Cate Blanchett’in Carol’ı ile Jude Law’un Dickie’sini epey birbirine benzettim. Carol da tıpkı Dickie gibi hayatınıza girdiğinizde sizi göklere çıkarıyor, ondan koptuğunuzda ise betona yapıştığınıza emin oluyor. Neyse ki tıpkı Jude Law gibi ekran karizması epey yüksek olan Blanchett’i birinci perdenin sonunda bilinmeyenlerin tarafına yollamadık ve sonuna kadar karakterin tadına varabildik.
Carol, 1950’li yılların New York’unda geçen bir aşk hikayesi. Bir tarafta kim olduğunu, ne hissetmeye çalıştığını keşfetmeye çalışan genç bir kız var. Diğer tarafta ise hapsolduğu evliliğinden kaçmak için türlü mücadeleler vermiş ve kendince yol kat etmiş olgun bir kadın. Hayat bir şekilde bu ikisinin yollarını kesiştirdikten sonra, hem Carol’ın hem de Therese’in birbirlerinin hayatlarına nasıl dokunduklarını izliyoruz. Fakat uzunca bir süre dillendirilmeyen bu ilişki beyazperdede gördüğümüz herhangi bir lezbiyen çifti hatırlatmıyor. Daha evvel Far from Heaven’da da aynı sularda yüzmeyi tercih eden Todd Haynes, hikayenin tutkulu taraflarından çok LGBT sinemasında görmeye alışık olmadığımız detaylara odaklanarak oldukça sağlam bir film inşa etmiş.
Her daim LGBT sinemasının bir parçası olarak görülen filmlerle ilgili tek bir şikayetim vardı, o da karakterlerine boyut kazandırmak yerine sadece sevişmelerini gösteren yönetmenler. Mesela HBO’da ekrana gelen Looking’in de en büyük kaybı buydu. Sığ, seks haricinde başka bir şey düşünmeyen, tek boyutlu adamları yataktan yatağa fırlatarak iki sezon boyunca seyircisini oyaladı. Ama Carol, daha evvel Brokeback Mountain ve Weekend filmlerinde de gördüğümüz gibi bir lezbiyen ya da gay karakterin birisinin bacak arasına hükmetmekten başka dertleri de olabileceğini kanıtlıyor. Keskin kalemi ile edebiyat tarihinde her daim özel bir yeri olacak Patricia Highsmith’den günümüze miras kalan materyal zaten o kadar zengin ki Todd Haynes’in değerlendireceği fırsatların sayısı kötü bir film izleme ihtimalimizin önüne geçiyordu.
Film Cannes’da gösterildiğinden bu yana hakkında yazılan her eleştiriden uzak kalmaya çalıştığım için genel olarak şikayetler ya da alkışa tutulan yanları neler bilmiyorum. O yüzden kendi fikirlerimi beyan ederek kalabalığa ben de dahil olmaya çalışacağım. Öncelikle Carol’ın tam bir casting harikası olduğunu söylemek gerek. Filme adını veren karakteri canlandıran Cate Blanchett, son zamanlardaki en abartısız performansını ortaya koyuyor. Hislerinden çok tekniğiyle konuşulan bir aktris olduğu için Blanchett’in kırılgan yönlerini de görebilmek beni fazlasıyla memnun etti. Doğru bir kampanya yapılması halinde üçüncü Oscar’ını almasının önünde hiçbir engel göremiyorum. Cannes’dan ödülle dönen Rooney Mara’nın da oldukça sakin bir oyunculuğu var. Henüz film dünyasına yeni düşmüş olmasına rağmen yer aldığı rollerin çeşidi Mara’nın adını daha çok konuşacağımızın, Oscar ve benzeri ödüller için hep yarışta yer alacağının sinyallerini veriyor.
Cate Blanchett ile Rooney Mara’nın birlikte yer aldığı sahnelerden en iz bırakanı hiç kuşkusuz final sahnesi. Todd Haynes’in ne kadar yetenekli bir sinemacı olduğunu tek bir diyalog dahi içermeyen altmış saniyeyi geçmeyen o küçük bitirişte daha iyi anlıyorsunuz. Fakat tabii ki de Blanchett’in oyunculuğunun zirve yaptığı, muhtemelen Oscar klibi haline dönüşecek velayet sahnesini de unutmamak gerek. Bir de Rooney Mara’nın Carol’ın evine ilk ziyaretinden sonra her şey istediği gibi geçmediği için döktüğü gözyaşlarından epey etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Bu arada Carol’daki televizyon aktörü sayısı da epey fazla: Sarah Paulson (American Horror Story), Kyle Chandler (Friday Night Lights), Cory Michael Smith (Olive Kitteridge), Carrie Brownstein (Portlandia), Jake Lacy (Girls) ve John Magaro (Orange Is the New Black). Demin de söylediğim gibi Carol’ın ekibi son yılların en başarılı casting çalışmalarından birinin ürünü olabilir.
Carol’ın bir bütün olarak bu kadar başarılı olmasını sağlayan teknik adamların adını vermeden de olmaz. Carter Burwell’in müzikleri bir kez daha çağımızın az takdir edilmiş, ama en yetenekli bestecilerinden biri olduğunu kanıtlıyor. Sandy Powell zaten bir kostüm tasarımı duayeni. Carol’ın üzerindeki kürk ve eldivenlerinin rengi bile sinema tarihindeki ikonlar arasında yerini almaya hazır. Bu iki önemli ismin haricinde en çok görüntü yönetmeni Edward Lachman’ın işçiliği heyecanlandırdı beni. Daha evvel de Mildred Pierce, I’m Not There ve Far from Heaven’da Todd Haynes ile çalışan Lachman kariyerine yeni bir Oscar adaylığı ekleyecek gibi gözüküyor. Todd Haynes filmin arkasındaki tüm ekiple ele ele vererek ortaya tam anlamıyla kusursuz bir 50’li yıllar tablosu çıkarmış, sanırım buna kimse itiraz edemez.
Şöyle bir özetleyecek olursak… Carol uzun zamandır izlediğim en kırılgan, en zengin, en zeki filmlerden biri. Yenilikçi mi? Görünürde hayır, ama bence içeriği yepyeni kapılar açıyor. Biraz da Mad Men gibi aslında. Yüzeyine şöyle bir göz gezdirdiğinizde sadece iyi kotarılmış bir film görüyorsunuz. Ama eşelemeye başladığınız anda altından üzerine kafa patlatılmış detaylar, denenmeye korkulmuş şeyler için cesurca hareket eden bir yönetmen çıkıyor. Sarah Paulson ile Cate Blanchett’in karakterleri arasındaki dostluk, Kyle Chandler ve Jake Lacy’nin birer figüran gibi kullanılmak yerine ağzını boş şeyler açarak gürültü yaratmayan erkek karakterler olmaları, filmin melankolisi, herhangi bir ilişkinin dinamiklerine bir puzzle parçası gibi cuk diye oturacak kadar evrenselleşebilmesi, en karmaşık sosyal farklılıkların altının akla gelmeyecek detaylarla çizilmesi… Bana kalırsa bunların bir tanesine dahi klişe ya da sıradan demek Todd Haynes’e, Carol’ın arkasındaki tüm ekibe haksızlık olur.
Sevişme sahneleri içinden çıkarılsa bile tarihin en hakikatli aşk filmlerinden biri olabilecek kadar güçlü bir sinema var Carol’da. Eğer 2015’i bitirmeden mutlaka izlenmesi gereken filmler listesi yapacaksak oraya Carol’ı koymayıp da ne yapacağız bilmiyorum.
[review]
https://www.youtube.com/watch?v=H4z7Px68ywk
barkın
5 Ekim 2015 at 22:42
Nedense bu filmi beğeneceğini tahmin etmiştim.Muhtemelen bana sıkıcı gelecek ama yine de izleyebilirim.