Eleştiri
The Lobster
Oscar Boy’a senelerdir hala devam ediyor olmamın tek sebebi kendimi tatmin etme takıntım değil tabii ki. Zaman içerisinde siteye gelen yorumlarla bir şekilde oluşan interaktif ortam da epey hoşuma gidiyor. Ama sanırım son iki yıldır okuyucuyla ciddi anlamda görüş ayrılıkları yaşadığım bir şey olmadığından beni taşlayan, sadece kullanıcı adresini değiştirerek aynı yorumu binlerce kez atan biriyle karşılaşmadım. Halbuki Amour senesinde yerin dibine batırılmış, Kathryn Bigelow’un yaşayan en iyi kadın yönetmenler arasında yer aldığını söylediğimde elektrikle sandalyeye bağlanmış, Terrence Malick’in perdeleri ve başak tarlalarından sıkıldığını söylediğimde ise sinemadan anlamamakla suçlanmıştım. O günleri özlüyor muyum? Emin değilim. Belki bu sezon bana ait olan her şeyden nefret etmesine rağmen görüşlerimi umursayıp durmadan yorum atan birileri daha çıkar. Bekleyip göreceğiz. Peki konuyu nereye getirmeye çalışıyorum? Bu enteresan atışmalardan biri de Dogtooth başlığı altında yaşanmıştı. Bir okuyucu ana akım sinemaya fazla yakın olmama rağmen Yorgos Lanthimos imzalı filmi beğenmemi pek anlayamamıştı. Halbuki geriye dönüp baktığımda ana akımdan biraz olsun sıyrılmamı, ufkumun açılmasını sağlayan filmlerden biri Dogtooth. Artık festivallerde 3-4 filme gitmek yerine herşeyi görebilmek için kendimi parçalıyor, Dünya Sineması’nı daha yakından takip edebilmek için mesai harcıyorsam Lanthimos’a hakkını teslim etmem gerek. Çünkü geç tanıştığım bir evrenin kapılarını o araladı. Bu sebeple hem Dogtooth’u beğendiğim için hayal kırıklığına uğrayan arkadaşımdan özür diliyor, hem de Lanthimos’a binlerce kez teşekkür etmek istiyorum.
Misyonumu tamamladığıma göre dönelim asıl meseleye… The Lobster, Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapmadan evvel de zaten büyük bir çoğunluğumuzun merakla beklediği filmler listesindeydi. Eğer Yunan Yeni Dalga Sineması ile bir şekilde yolunuz kesiştiyse provokasyondan beslenen Yorgos Lanthimos’la mutlaka tanışmışsınızdır. Kariyerine My Best Friend adında ikinci sınıf bir komediyle başladıktan sonra Kinetta, Alps ve Oscar’a da aday olmayı başaran Dogtooth gibi üç ayrıksı işe imza attı Lanthimos. İnsan ilişkilerini hazmetmiş, en doğal halleri gözlemleyerek bunların formunu bozan ve esprili bir alegori haline getirebilen özel bir adam kendisi. Yönetmenliğinden ziyade kalemi o kadar kuvvetli ki Avrupa’da çalışmakta olan yazar/yönetmenler arasında en iyisi bile denilebilir. Üstelik bu mevkiye çok kısa bir zaman diliminde ulaştı. Fakat her ne kadar uluslararası başarılar elde etmiş olsa da hala bu kıymetli adamın adından bihaber olan bir kesim mevcut. The Lobster gibi daha tanıdık yüzlerin yer aldığı bir projeye imza atması, okyanusları aşması açısından büyük önem taşıyordu. Nitekim filmin elde ettiği başarı pek çok sinemaseverin “Takip edilmesi gereken yönetmenler” listesine yeni birinin dahil olmasını sağladı.
The Lobster kısaca distopik bir aşk hikayesini anlatmakta. Alternatif bir gelecekte yasa gereği bekar insanlar 45 gün içerisinde eş bulmak üzere bir otele sevk ediliyorlar. Bu sürecin sonunda bekarlıktan kurtulamayanlar ise diledikleri bir hayvana dönüştürülüyor. Filmin adı da Colin Farrell tarafından canlandırılan ana karakterimiz David’in başarısız olması halinde dönüştürüleceği hayvandan gelmekte: Istakoz. Yorgos Lanthimos’un sinemasından alıştığımız üzere kendi kuralları olan ve bu kurallara itaat eden insanların maymunlaştığı bir manzara var yine. Yönetmenin ne kadar zeki olduğunun altını binlerce kez çizsek de bu kadar isabetli ve zamanlaması kusursuz olan esprilerin bir araya gelmesi bir tesadüf değil. Lanthimos, bu sefer toplum tarafından dayatılan bir başka ideaya hançer saplıyor. Ve filmde geçen bir cümle de The Lobster’ı ikiye bölerek, iki ayrı parçanın anlam kazanmasını sağlıyor: İnsanın hissetmediği halde hissediyor gibi davranması, hissettiği halde hissetmiyor gibi davranmasından daha zor.
Aile ve toplumun dayattığı rollerle büyük problemleri olduğunu bildiğimiz Lanthimos’un yarattığı evren her zamankinden daha komik esasında. Belki kahkahalar attırarak sizi koltuğunuzdan düşürecek kadar değil, ama yazılan her zeki cümle ile birlikte yönetmenin beyin kıvrımlarında yolculuk ederken suratınıza bir tebessüm yerleşiyor. Eleştiri oklarını bir an olsun yanından eksik etmeyen senaryonun ilk yarısında ana karakterimizin bekarlığa adım attıktan kısa bir süre sonra mevzu bahis otele yerleştirildiğini görüyorsunuz. Odasına gelen otel müdürü absürd kuralların her birini teker teker sıralıyor, ki daha burada bile kadının toplumun bütününü temsil ettiğini ve sadece dillendirmediğimizin kuralların ağzından döküldüğünü anlayabiliyorsunuz. Otel birbirinden enteresan karakterlerle dolu. Bir hayvana dönüşüp damgalanmamak, biraz daha süre kazanabilmek için sisteme karşı gelip ormanda yabani bir hayat sürenleri avlamanız gerekiyor. Ya da diğer bir deyişle insanoğlunun dayattığı rollere uzak duranları fiili olarak yok etmeniz.
Üzerinde durulması yapılması gereken o kadar çok detayı var ki The Lobster’ın, hangi birine değinsem bir şeyler eksik kalacakmış gibi hissediyorum. Örneğin ikinci yarıda David’in yaşadığı travma üzerine daha farklı bir hayat sürdüğüne şahit oluyoruz. Burası da daha kuralsız gibi durmasına rağmen otelde Olivia Colman’ın temsil ettiklerini burada Léa Seydoux’ya devretmişler. Benim en çok kafama takılan şey burada Lanthimos’un aseksüellik üzerine bir okuma yapmak üzere mi Seydoux’ya böyle bir karakter yazdığıydı. Çünkü hissetmediği halde hissediyor gibi davranan David, bu sefer de hissettiği halde hissetmiyor gibi davranmaya zorlanıyor. Yine kurallar, yine yaşadığımız düzene asimile olmuş roller, yine bu acımasız değirmende öğütülen kuklalar dört bir yanını sarıyor. Üstelik tahmin edebileceğiniz üzere çok da zalim bir finali var The Lobster’ın. Öyle ki her ne kadar filmin ilk yarısında yaşananların ikinci yarısındakinden daha zor olduğunu söyleyen bir diyalogla muhattap olsak da aşkın körleştirdiği karakterlerimizin istikbalinde karanlıklar sona ermeyecek gibi bir mesaj veriyor.
Yönetmenliğinden müzik kullanımına, senaryosundan sinematografisine kadar muazzam bir bütün The Lobster ve başarılı kadrosu da bu bütünü tamamlamaya yardımcı oluyor. Colin Farrell’ı In Bruges’dan beri bir kez olsun iyi bir rolde izleyememiş olmanın verdiği hüzün neyse ki bu filmde sona eriyor. Bu yıl Avrupa’dan çıkma en iyi yönetmenlerle (bir diğeri Paolo Sorrentino) arka arkaya çalışma fırsatı yakalayan Rachel Weisz’ın varlığı da cabası. Uzunca bir süredir sessiz sedasız yoluna devam edip ufak filmlerde rol alan başarılı aktris küllerinden doğmaya başladı. Olivia Colman en küçük rollerde dahi parlamayı başarabilen, çok çok özel bir oyuncu. Neyse ki Lanthimos da bunun farkında olacak ki Colman’a minik, ama etkisi büyük bir rol teslim etmiş. Benim yardımcı rollerdeki favorim ise Ben Whishaw oldu. Uzun süredir takip ettiğim başarılı aktör The Lobster’da en çok kahkaha vaat eden karakterle buluşmuş. Bu isimlerin haricinde John C. Reilly, Léa Seydoux gibi tanıdık yüzlere ve Lanthimos’un vazgeçilmez oyuncu arkadaı Angeliki Papoulia’ya da rastlamanız mümkün.
Filmle ilgili şikayetimi sona sakladım. Bence The Lobster’ın en büyük sıkıntısı neredeyse her saniyesinde olağanüstü gözlemler ve bunlardan yola çıkan başarılı uygulamalar olduğu için yüksek ritminin bir süre sonra ivmeyi düşürmesi. Burada filmi izleyen diğer arkadaşlarım gibi ormandaki hikayenin otelde geçenlerden daha yorucu olduğunu söyleyemeyeceğim. Bence aralarında karşılaştırma yapmaya değecek kadar büyük bir fark yok. Fakat şunu kabul ediyorum; The Lobster’ın bu fikir bombardımanı bir süre sonra filmin kendi içerisinde sıradanlaşarak aksamasına sebep oluyor. Tabii böylesine bir şikayetin de müşkülpesentliğin alası olduğunu düşündüğümden daha fazla dillendirmeyeceğim. Siz 2015’i Lanthimos’la randevulaşmadan kapatmayın yeter.
[review]