Eleştiri
Me & Earl & the Dying Girl
Robert Redford’un Oscar ve onun gibi popüler sinemayı destekleyen oluşumlara karşı yarattığı Sundance Film Festivali, 2008’den bu yana her sene büyük ödülü almış filmi ödül sezonu pazarına sürüklüyor. Frozen River’la başlayan bu gelenek Precious, Winter’s Bone, Beasts of the Southern Wild ve Whiplash gibi yapımların başarısıyla iyice katlanarak Oscar tahminlerinin vazgeçilmez parçası haline dönüştü. Ve bu yıl da bağımsız Amerikan sinemasını taçlandırmak üzere bir araya gelen Sundance jürisinin kurgusal yapımlarda büyük ödülü Me & Earl & the Dying Girl filmine gitti. Tabii biz filmi uzunca bir süre izleyemediğimiz için uzaktan atıp tutarak Oscar yolunda emin adımlarla ilerleyeceğini iddia etmiştik. Ama Filmekimi (ve tabii Torrent Festivali) sağolsun, büyük gizem sona erdi. Sundance’in bugüne kadarki en sıradışı seçimi olarak nitelendirilebilecek bir zafer var önümüzde. Üstelik izleyen herkesin ortak fikri de kati surette Sundance’de aldıkları ödülün bir ödül sezonu başarısına devinim edemeyeceği. Peki ben sırf Oscar’a aday olamayacak diye bu filmin peşini bırakır mıyım? Asla!
American Horror Story ekibine girmesiyle birlikte kariyeri biraz olsun hareketlenmiş, televizyon çıkışlı bir yönetmen Alfonso Gomez-Rejon. Yakın dostu Ryan Murphy sadece AHS’de değil, Glee’de de kendini kanıtlayabilmesi için ona fırsat tanımıştı. Bu destek sayesinde Coven sezonuyla iki adaylık birden alan Gomez-Rejon arka arkaya filmler çekmeye başladı. Herkes Me & Earl & the Dying Girl’ü televizyonda deneyimlenmiş yönetmenin ilk filmi zannetse de geçen sene eleştirmenler tarafından yerden yere vurulmuş bir adet korku filmi mevcut. Fakat bu ikinci denemesinin Gomez-Rejon’un kariyerinde çok daha büyük bir önem teşkil ettiğini söylemek yanlış olmaz. Çünkü young adult türünün hayranları tarafından uzunca bir süredir sinemaya uyarlanması beklenen bir romandı Me & Earl & the Dying Girl. The Fault in Our Stars seviyesinde gürültü koparamamış olmasının sebebi ise Jesse Andrews’un, (romanın yazarı) John Green kadar üne kavuşamaması.
Bu sene dersine iyi çalışıp sezon filmleri içerisindeki uyarlamaların orijinal materyallerini okumuş biri olarak çok bilmişlik yapacağım izin verirseniz. Me & Earl & the Dying Girl her şeyden evvel lise yıllarında hepimizin yaşadığı değişimi konu alan, kadınların dünyasına dışarıdan bakmayı tercih eden genç bir adamın öyküsü. Fakat kitap oldukça dağınık, günlük gibi kabul edilemeyecek olsa da sohbete benzer bir anlatıma sahip. Ana karakterimiz Greg, sinemaya oldukça düşkün bir çocuk olduğu için hikayeyi kendi ağzından anlatırken kronolojik bir anlatımı takip etmek yerine sahneye çıkma sıralarına göre tanıtıyor çevresindeki insanları. Önce ailesiyle, sonra okulda dahil olmamak için mücadele verdiği arkadaş gruplarıyla tanışıyoruz. Ardından ağır toplar geçiyor filmin merkezine: Greg’in en yakın arkadaşı Earl ve lisedeki son senesini tamamen değiştiren Rachel.
Filmin The Perks of Being a Wallflower ve The Fault in Our Stars’la aynı cümlede anılmasının sebepleri çok açık esasında. Birincisi Me & Earl & the Dying Girl alışılmadık karakterlere sahip, ki İngilizce’de bunun quirky şeklinde çok güzel bir ifadesi var. (500) Days of Summer’ın yıllar evvel kapılarını araladığı bu dünyada birbirinden orijinal karakterler yer aldığı için zaten eli yüzü düzgün bir senaryoya yapıştırılmaları halinde ortaya her daim keyif veren sonuçlar çıkıyor. Ve tabii “kanser” meselesi adı anılan filmlerden biriyle direkt akrabalık ilişkisi kurulmasının asıl sebebi. Fakat işleyiş biçimlerinin çok farklı olduğunu söylemek gerek. The Fault in Our Stars erken yaşta ölümle tanışan karakterlerin buhranlarını bir bir gezerken, Me & Earl & the Dying Girl bu meseleyi bir amaçtan çok araç olarak kullanıyor. Filmin finaline doğru bu hastalığın ikili ilişkilerin dinamiklerini değiştirdiğine şahit olsak da, Rachel’ın kadraja girdiği ilk andan itibaren Greg bunun klasik bir “romantik aşk hikayesi” olmadığını ve hasta kızımızın ölmeyeceğini temin ediyor.
Sanıyorum filmle alakalı olarak neredeyse herkesin tepkisini okudum. Yaşattığı hayal kırıklığını çok iyi anlıyor olsam da aynı zamanda romanın da yazarı olan Jesse Andrews’un kendi materyalinden uyarladığı senaryo tek bir virgülü dahi atlamıyor. Size şöyle söyleyeyim, filmin karışık kronolojisi bile kitapta aynı şekilde sıralanmış. Greg bir meseleden bir diğerine atlarken bunun yönetmen tarafından alınmış bir karar olduğunu zannetmeyin. Fakat beni en çok şaşırtan şey kitaptaki belki de en önemli ayrıntılardan birinin gölgede bırakılması. Greg’in geçmişte hem Rachel, hem de Madison adındaki diğer bir kızla yaşadığı ufak ve platonik hikayeler var. Ki ben kitabı okurken de bu hikayelerin tüm “kanserli kız ve beklenmeyen aşk” perspektifini parçalayarak, gerçekten de yetişkinliğe adım atmakta olan bir erkeğin kadınların dünyasıyla tanışmasına yardımcı olduğunu düşünmüştüm. Ya ben yanılmışım, ya da Jesse Andrews bu derdinin sinema dünyası için gereğinden fazla kompleks (?) olduğu yargısına vararak makaslamış.
Kadroda üç kilit isim mevcut. Bunlardan birincisi Thomas Mann. Hikayenin anlatıcısı Greg olarak izlediğimiz Mann, beyazperdedeki ilk büyük rolünde alışılmışın dışındaki ergen portresini doğru resmediyor. Bundan sonra yolu açılıp büyük yönetmenlerle çalışırsa pek şaşırmayacağım. Umuyorum canlandırdığı karakterin Werner Herzog’a olan hayranlığı ufkunu açmıştır. RJ Cyler, filmin sinema dünyasına tanıttığı bir diğer yeni yetenek. Kimileri Cyler’ın rol arkadaşlarını gölgeleyecek kadar iyi bir performans çıkardığı iddiasında. Tabii asıl yıldız güzelliğiyle hepimizi büyüleyen Olivia Cooke. Bates Motel’den tanıdığımız Cooke yakında bir Steven Spielberg filminde de başrol olarak karşımıza çıkacak. Fakat geleceği parlak gibi dursa da Me & Earl & the Dying Girl’de kendisine sunulan malzeme epey kısıtlı olduğu için öne çıkmayı başaramıyor. Yan rollerdeki televizyon starlarını saymadan da olmaz: Nick Offerman, Connie Britton, Molly Shannon, Jon Bernthal… Hepsi ayrı ayrı başrol oynamayı hak eden oyuncuların böyle filmlerde harcanmasına hepimiz alıştık sanırım (Bkz. Laura Dern – The Fault in Our Stars, Paul Rudd – The Perks of Being a Wallflower).
Seyircisine keyifle geçireceği iki saat vaat etmekten başka bir şey yapmıyor ne yazık ki film. Öyle ki bana göre mukayese edildiği diğer gençlik filmlerinin de bir tık gerisinde. Belki Earl ile Greg’in çektiği filmlerin afişleriyle daha çok vakit geçirseydim, en azından kağıt üzerindeki yaratıcı fikirlerin uygulamasından ötürü daha yüksek bir not verebilirdim.
[review]