Eleştiri
Macbeth
İlk olarak gerçekten de William Shakespeare’a hayranlık duyduğumu söylemem gerek. Belki bu hayranlık meselesini abartarak kendisi hakkında elime geçen her türlü şeyi tüketmeye girişmedim. Fakat şansımın da sayesinde Romeo and Juliet’i ilk kez sergilediği küçük bardan tutun da 16. yüzyıldan bu yana öyle de böyle ayakta durmayı başaran Globe‘a kadar pek çok Shakespeare hatıralı yeri ziyaret etme fırsatı buldum. Oyunlarının büyük bir kısmını okudum ve bazılarını tiyatro sahnesindeki başarılı canlandırmalarda izledim. 90’lı yıllardan bu yana çekilmiş olan beyazperdedeki irili ufaklı Shakespeare uyarlamalarının da pek çoğunu tükettim diye düşünüyorum. Ve şöyle bir geriye dönüp baktığımda fark ediyorum ki tiyatro sahnesi (doğal olarak) Shakespeare metinlerine çok daha fazla yakışıyor. Baz Luhrmann’ın metine dokunmayarak, hikayenin geçtiği zamanla oynadığı Romeo + Juliet haricinde ne Kenneth Branagh’dan çıkmış Hamlet, ne de Ralph Fiennes imzalı Coriolanus tatmin edebildi beni. Shakespeare’ın gelmiş geçmiş en dahi yazarlardan biri olduğunu kimse tartışamaz. Fakat daha iyisini yazamayacağını bildiği için onun satırlarına dokunmayan filmlerle problemlerim var. Daha doğrusu eğer eldeki materyale bir yenilik getirilmeyecekse beyazperdenin bunu yapmak için doğru yer olduğunu düşünmüyorum. Ve üzülerek söylüyorum ki, Michael Fassbender ile Marion Cotillard’ı buluşturan Macbeth de bu konudaki fikirlerimi değiştirmedi.
Edebiyatla ilgilenenlerin ve Shakespeare severlerin ortak düşüncesi, usta yazarın kariyerindeki en zengin karakterlerin Macbeth’de yer aldığı. Öyle ki “Hangi rolü üstlenmek isterdiniz?” sorusuna her 5 oyuncudan 4’ü Macbeth / Lady Macbeth cevabını veriyor. Burada biraz sivrilerek, muhtemelen bu konuda engin bilgileri olan koca bir kalabalığı sinirlendirecek bir şey söyleyeceğim. Ama tamamen masum bir itiraf olduğunu, kimseyi kışkırtmak için bunu yapmadığımı iyi bilin: Varlığımın gölgesinin yarattığı küçük çemberde Macbeth asla Romeo & Juliet, Bir Yaz Gecesi Rüyası ya da Othello kadar değerli olmadı. Karakterin kudretine ve iç dünyasındaki karanlık şenliğe hayranlık duymamak, Macbeth’i her seferinde yeniden keşfe çıkmaya itiraz etmek mümkün değil. Lakin bu yozlaşmış adamın ve ona benliğini kaybedene kadar aldığı kararlarda eşlik eden zevcesinin neredeyse koca bir Dünya edebiyatına, hatta sinemamıza, televizyon dizilerimize de ilham verdiğini düşünüyorum. Elbette ki ikinci sınıf dizilerin senaristlerine ilham kaynağını sorduğunuzda direkt Macbeth cevabını almanız mümkün olmayacaktır. Fakat bu kötü karakter oluşumunun köküne inildikçe Shakespeare’a bir adım daha yaklaşıldığını hissediyorum. Sürçü lisan ettiysem affola; fakat benim görüşüm bu.
Taklitler aslını yaşatır derler ya, işte Macbeth’in belki de eseri okumayanlara dahi aşina gelmesi bu tezi kuvvetlendiriyor. Harvey Weinstein’in desteğiyle yeniden hayat bulan 2015 yapımı versiyon da pek çok Shakespeare uyarlaması gibi tek bir sözcüğe dahi dokunmaya cesaret edememiş. Fakat yakın tarihte izlediğimiz diğer filmlere nazaran çok büyük bir artısı var, o da sinematografisi. Daha evvel The Snowtown Murderers adında küçük bir bağımsız çekerek devler ligine ilk uzun metrajlı filmiyle dahil olan Justin Kurzel’in vizyonundan ziyade beni Adam Arkapaw’ın bir görüntü yönetmeni olarak ortaya çıkardığı iş etkiledi. Daha önce adını duymadığım için Arkapaw’ın filmografisine incelediğimde bir kat daha etkilendim. Çünkü yakın tarihte Jane Campion’ın televizyon için çektiği mini dizi Top of the Lake ve True Detective’in ilk sezonu da var, ki sanıyorum senaryosunu havaya atılan kağıtların düşüş sırasına göre yazıldığını iddia ettiğim dizinin sinematografisini ne kadar beğendiğimden haberiniz vardır. Macbeth’de de beni perdeye bağlayan şey, yine Arkapaw’ın işçiliği ve doğal ışıkla kurduğu ilişki, küçük flörtler etkiledi.
Bilmeyenler için özetlersek; savaş meydanında Üç Cadı tarafından bir sonraki İskoç Kralı olacağı kehanetini alan Macbeth’in hırsının ve karısının teşviklerinin de kendisini içine soktuğu güç durumdan beslenen bir tragedya. Hangi çağda okursanız okuyun konum ve nüfuz düşkünlüğü üzerine hep isabetli bir şeyler yakalayabiliyorsunuz Shakespeare’in yarattığı evrende. Gerçekten de 17 sene boyunca İskoçya’ya krallık yapmış Mac Bethad’ın yaşamına dayanıyor anlatılanlar. Lakin tarih sayfalarını biraz karıştırdığınızda yazarın yarattığı karakterle, gerçek kral arasındaki farkları daha net görebiliyorsunuz. Tekrar başladığımız yere dönecek olursak… Justin Kurzel’in daha evvel binlerce kere uyarlanmış bu meşhur tragedyayı yeni bir yere taşıdığını düşünüyor muyum? Kesinlikle hayır. Hatta öyle ki bakması oldukça haz veren görüntülerin, setlerin ve kostümlerin ana hikayeyi boğduğu bile söylenebilir.
Michael Fassbender kısa bir zaman dilimi içerisinde çağımızın en önde gelen aktörlerinden birine dönüştü. Kadim dostu Steve McQueen’in üç filminde de birbirinden harika performanslar sundu önümüze. Fakat ne yalan söyleyeyim, McQueen hava sahasını terk ettiği durumlarda kendisini epey gülünç durumlara düşürdüğüne şahit olduk: Haywire, The Counselor, A Dangerous Method… Bu sene makus talihinin sonunda değiştiğini görmek, Fassbender’ın Steve McQueen olmadan da ayakları üzerinde durabildiğini görmek beni epey mutlu etti. Öyle ki Hunger’dan bu yana (ki 12 Years a Slave’deki oyunculuğunun etkisinden de hala kurtulabilmiş değilim), onu bu denli başarılı bir rolde görmemiştik. Steve Jobs’un da görücüye çıkmasıyla birlikte sanıyorum hep beraber 2015’in Fassy’nin yılı olduğunu kabul edeceğiz. Lakin onun bu güçlü varlığının karşısında çok sevdiğim bir diğer oyuncu, Marion Cotillard’ın dil bariyerine takılarak büyük sıkıntı yaşadığına inanıyorum. The Dark Knight Rises haricinde arkasında bir kez olsun enkaz bırakmayan Cotillard, yapmaya çalıştığı aksanın içerisinde kaybolup her seferinde yüzeye o Fransız tonlamalarıyla çıkıyor. Filmde bir kez olsun Lady Macbeth’i izlediğime ikna olamadım. Çünkü perdede hep Marion Cotillard kendisi olarak vardı. Ben haricinde kimsenin izlemediği bir Showtime dizisi, The Borgias’da tanıştığım Sean Harris’i hak ettiği büyüklükte bir rolde görmenin beni epey mutlu ettiğini söylemem gerek. Şöhret basamaklarını teker teker tırmanan Elizabeth Debicki ise enteresan bir şekilde Lady Macbeth’den bile daha ilgi çekici olabilmeyi başarmış.
Sıkıntılarımı en düzgün şekilde açıklamaya çalıştım. Umarım yararlı olabilmişimdir. Belki görüntü yönetmeni Adam Arkapaw ve başroldeki Michael Fassbender’ın başarısı olmasa geçer not vermeyi düşünmezdim. Fakat 120 dakikayı bulan yorgunluğum bu ikili sayesinde biraz törpülendi, onu inkar edemeyeceğim.
[review]
Metin
20 Ekim 2015 at 13:40
Polanski’nin cok vahsi Macbeth yorumunu da izlemenizi tavsiye ederim. Tabii Metin Erksan’in ilginc ve muthis filmi Kadin Hamlet’i de…