Eleştiri
Suffragette
Sinemayla ilgilenen biri olarak yaşım ilerledikçe gözümün önünde doğup büyüyen starları izlemek daha da keyifli bir hale geliyor. Scarlett Johansson’ın Lost in Translation ve Girl with a Pearl Earring senesi sonrası bir anda next best thing‘e dönüşmesi dün gibi aklımda. Ya da Hemsworth Kardeşler’in dünyanın merkezine yerleştirilmesi mesela. Shailene Woodley’nin doğuşu, Jennifer Lawrence’ın The Burning Plain’den sonra alıp başını gitmesi… Hatta Anne Hathaway’in önce Get Real, ardından da The Princess Diaries ile iki farklı platformda gürültü koparmasını da unutabilmiş değilim. İşte bu başarı hikayelerinden birine de Carey Mulligan imza attı. Henüz 30 yaşında olan genç aktris her ne kadar Britanya televizyonlarında birden fazla projede yer almış olsa da Pride and Prejudice’da Bennet ailesinin pembe yanaklı küçük kızı olarak adımını attı sinema dünyasına. Fakat büyük patlamasını gerçekleştirip ilk Oscar adaylığını almak için 2009’u, Lone Scherfig imzalı An Education’ı beklemek zorunda kaldı. Biliyorsunuz ki genelde genç yıldızlar Oscar alınca ufak bir bocalama dönemi yaşayıp önüne gelen senaryoyu kabul etmeye başlıyor. Neyse ki Mulligan bu dertten pek muzdarip olmadı. Michael Mann, Jim Sheridan, Nicolas Winding Refn, Steve McQueen, Baz Luhrmann, Thomas Vinterberg ve Coen Kardeşler’in bir araya toplandığı oldukça yetenekli bir grup yönetmenle çalışma imkanı yakaladı. Şimdi ise onu garip ama ilk kez kadın bir yönetmenin filminde izliyoruz. Üstelik Mulligan’ı tekrardan Oscar yarışına kazıyacak kadar iddialı bir ödül sezonu projesinde!
Suffragette kelimesiyle yeni tanışanlar için önce İngilizce’deki köküne inmek gerekiyor. Suffrage, basitçe “oy kullanma hakkı”nı temsil eden politik bir terim. 19. yüzyılın sonlarında harekete geçen ve kadınların da oy kullanma hakkını eline alabilmeleri için mücadele edenlere ise Suffragette ismi verilmiş. Filmde de adını duyacağınız (ve hatta tanışacağınız) Emmeline Pankhurst ile kızı Christabel Pankhurst’ün başlattığı bu hareket 20. yüzyılın başlarına kadar uzanmış. Sonunda da tahmin edebileceğiniz üzere kolay yoldan olmasa da tarih boyunca hep ikinci sınıf vatandaşmış gibi muamele gören kadınların seçme haklarını elde etmişler. Hatta film bu feminist hareketin 21. yüzyılda bile bir şekilde devam etmekte olduğunu kapanış jeneriğinde en basit haliyle hatırlatıyor. Teker teker çoğu ülkenin hangi yılda kadınlara oy kullanma hakkını verdiğini izliyorsunuz. 2000’li yıllarda bile kadınlara bu nüfuzu yeni veren hükümetlerin olduğunu gördükçe etrafınızda çınlanacak acı kahkahalar kulağınızı tırmalıyor.
Eğri oturup düz konuşmak en doğrusu olacak sanırım. O yüzden direkt Suffragette’in bir Oscar filmi olma yolunda gerekenlerin bulunduğu listeyi teker teker kontrol edip, her birine tik atarak yol alan bir yapım olduğunu söylemem gerek. Filmin merkezine o dönemde bu direniş için mücadele vermiş birkaç kadını birleştirilerek oluşturulan kurgusal bir karakter, Maud yerleştirilmiş. Çocuk yaşından beri annesi gibi çamaşırhanede çalışan genç bir kadın Maud. Eşi Sonny ile birlikte verdikleri hayat mücadelesinde durumları çok iyi olmasa da tek çocuklarını öyle ya da böyle büyütmeye çalışıyorlar. Aynı yerde çalışmakta olan Violet’in sayesinde Maud kadınların oy haklarını ele alabilmek için verdiği mücadeleyi yakından takip etme fırsatı yakalıyor. Ve her defasında kendini bu sohbetin getirilerinden uzaklaştırmaya çalışsa da bir şekilde hayat onu yine Suffragette‘lerin yanına sürüklüyor. Mahalle baskısına, kocasının dayatmalarına karşı gelip Violet, Emmeline Pankhurst ve daha pek çok kadınla bu yola baş koyan Maud’un hayatı da tahmin edebileceğiniz üzere yavaş yavaş parçalanmaya başlıyor. Lakin film bu baş aşağı değişimi bile bir şekilde hikayeye asimile ederek her şeyin doğru bir amaç uğruna yapıldığının altını defalarca çiziyor. Bu yüzden de Maud’un düştüğü müşkül duruma bir kere üzülüp sonrasında lokomotif gibi işleyen klasik Oscar filmimizin temposuna geri dönmüş bir halde buluyorsunuz kendinizi.
Geçtiğimiz yıl The Imitation Game için hatırlarsanız Alan Turing’in cinsel kimliğini sırf kirli bir amaç uğruna kullandığından kötü eleştiriler yapılmıştı. Ama geriye dönüp baktığınızda sanırım hepimiz Morten Tyldum’un özellikle teknik açıdan kalbur üstü bir işçilik sunduğunu söyleyebiliyoruz. Suffragette bir nevi bu senenin The Imitation Game’i denilebilir. Üstelik mesajını üstü kapalı bir şekilde vermeye de çalışmıyor. Meryl Streep’in birkaç sene evvel Hollywood’da sessiz sedasız startını verdiği feminist hareket giderek büyüdü. Patricia Arquette’in Oscar teşekkür konuşmasındaki “cinsiyetler arası eşit ücret” çağrısı, Emma Thompson’ın sektörde belli yaşı geçmiş kadınlara rol çıkmadığını söylemesi, Anne Hathaway’in henüz 30’unu yeni aşmış olsa da kendi yaşının rollerinin 20’sindeki genç aktrislere gittiğini açıklaması ve en son olarak da Jennifer Lawrence’un erkek rol arkadaşlarının kendisinden daha büyük paralara çalıştığını öğrenince Sony ile yaptığı bir film anlaşmasından çekilmesi bu feminist hareketin bir parçası. Tabii ambalajı güzel duran bu pakette kim kaç milyon dolar daha az kazanıyor yarışı olduğu için belki de her şeyin o kadar pembe olmadığı söylenebilir. Ama aralarında milyon dolarlardan daha fazlasını dert eden, dünyanın en çok kazanan ve kazandıran sektöründe kadınların ikinci plana atıldığını göstermeye çalışanlar da var.
Tekrar filme dönecek olursak… Suffragette bu adı konulmayan feminist hareketin Hollywood’daki son parçası. Her ne kadar yönetmen Sarah Gavron ve Carey Mulligan, kabul etmeyeceklerini düşünerek üç dakikadan az ekran süresi olan bir rolü Meryl Streep’e teklif etmiş olsalar da yapbozun parçaları bir şekilde birbirini bulmuş. Tabii bu saf amaç, işin içerisine stüdyo ve gözü aç yapımcılar girince biraz daha çirkin bir hal almış. Her şeyden evvel şunu söylemek gerek, Abi Morgan bugüne kadar sektörde iş bulmayı başarmış en yeteneksiz senaristlerden biri. Steve McQueen’in vizyonu sayesinde değerlenen Shame’de bile o zayıf kaleminin ağızda bıraktığı acı tattan kurtulamamıştık. Suffragette, The Iron Lady’nin içerisinden komedi versiyonunun çıkarılmış hali gibi. Üstelik yönetmen Sarah Gavron’un vizyonsuzluğuyla birleşince ortaya kurgusu hatalı, pahalı oyunculara figüran rollerinin biçildiği, birkaç seneye unutulacak sıradan bir drama çıkıyor. Yine de tekrar edeceğim, filmin amacı daha büyük kitlelere ulaşmak için yapılan dramatik seçimlerle unutulsa da saflığını finale kadar korumaya devam ediyor. Ana karakterimiz Maud’a biçilen trajediler bana yine örnek olarak vermekten asla çekinmediğim, Reşat Nuri Güntekin romanlarını hatırlattı. Lakin bunun tamamen sesini duyurmak isteyen bir grup insan tarafından, ortalama seyirciyi ağına düşürmek için yaratılmış bir tuzak olduğunu anlayabiliyorum.
Filmin kostümleri ile görüntü yönetimi benim zevkime göre gri ve kahverengi tonlarını fazla benimsediğinden pek alımlı değil. Fakat Alexandre Desplat imzalı müzikler ile kadro, Suffragette’i sonunu getirebildiğiniz bir deneyim haline getirmeyi başarıyor. Carey Mulligan’ın daha iyi hallerini gördüğümüzü inkar etmeyeceğim. Fakat tıpkı Brooklyn yazımda Saoirse Ronan için dediğim gibi, Mulligan’ın performansı da zamanla gözümde daha iyi bir yere oturmaya başladı. Çünkü bu performansın karşısına çıkan tüm oyuncuları sıradan insanlarmış gibi gösterdiğine şahit oluyorsunuz. Çok iyi karakter oyuncuları olduğunu düşündüğüm Helena Bonham Carter ve Anne-Marie Duff bile Mulligan’ın varlığının altında eziliyorlar. Meryl Streep fanları için hemen bir parantez açalım; filmdeki sahneleri fragmanda gördüklerinizden ibaret. 3 dakikaya yakın bir balkon konuşması ve ardından da Mulligan’ın karakterine ilham veren cümlesi (Never surrender, never give up the fight.) var. Filmin kötü karakteri olarak karşımıza çıkan Brendan Gleeson’ı bile bir noktadan sonra aklamaya çalışmış bu arada senarist Abi Morgan. Bu kadının hayal dünyasının bir parçası olmak acımasız bir deneyimmiş gibi duruyor. Ufak rollere tıkanıp kalan Romola Garai ile hikayede çok önemli bir yeri olduğunu anladığınız Natalie Press’i ise figüran olarak kullanmayı tercih etmişler. Ben son olarak Ben Whishaw’un da adını anmak isterim. Maud’un eşi olarak izlediğimiz başarılı aktör, baştan savma bir şekilde yazılmış karakteri ilgi çekici kılabilmeyi başarıyor. Umuyorum büyük rollerle buluştuğu günleri de görebiliriz. Çünkü bunu gerçekten de hak eden çok yetenekli bir oyuncu bana kalırsa.
Suffragette, tıpkı Selma, Lincoln, The Imitation Game tarihsel gerçeklik meselesinden vurularak sezonun en çok darbe yiyen filmlerinden birine dönüşecek. Emmeline Pankhurst’ün “I’d rather be a rebel than a slave.” sloganının basılı olduğu tshirtleri giydikleri için etimolojik düzenbazlık üzerinden filmin oyuncuları şimdiden çürük domates yağmuruna tutulmaya başladı bile. Hani Türkçe’de de herhangi bir geçmişi olmamasına rağmen sırf sözlük öyle çeviriyor diye “Siyahi” yerine “zenci” kelimesini kullananlara delirenler var ya, işte o tablonun bir başka temsili. Bana kalırsa filmin kampanyasından daha büyük sorunları var. Keyifli bir seyirden daha fazlası değil.
[review]