Eleştiri
Everest
Yine bahanelerle başlayan bir yazı yazmak üzere karşınızdayım. Ama bu sefer kısa keseceğim: Festival vardı! Evet, festival yüzünden tüm hayat durdu. Onları yazmak, hepsini kafamda bir yere oturtup notlamak iki haftamı aldı. Şimdi de Filmekimi ve LFF (havamı atayım) arefesinde sinemada yakaladığım Everest’i konuşmaya geldi sıra. Bu ara yine çoktan gündemden düşmüş yapımlarla harcayacağız vaktimizi anlayacağınız. Filmle ilgili fikirlerime geçmeden evvel Everest’in kendi kendine bir janr olmayı başarmış felaket filmleri arasında nasıl bir yere düştüğünden bahsetmek gerek. Vertical Limit’den bu yana bu tarz gişede büyük rakamlara ulaşacağını adımız gibi bildiğimiz yapımlar epey mesafe kaydetti. Kıyamet senaryolarından birini anlatmak yerine daha bireysel, ama seyircisini dehşete düşürmekten bıkmak usanmayan bilmeyen türün örnekleri koltukları doldurmaya devam ediyor. Üç boyut teknolojisinin de bu ticari başarılara yol açtığına şüphe yok. İşte sektörün belki de en çok kazanan iki senaristini bir araya getirmiş Everest, aynı formülleri kullanarak yıldızlarla dolu bir kadroyu da arkasına alıp hedefe ulaşmaya çalışıyor. Peki başarılı olabiliyor mu? İşte bu sorunun cevabını vermeye çalışacağım şimdi.
İzlanda asıllı yönetmen Baltasar Kormákur, nasıl oldu bilmiyorum ama hep ortalama filmler çekmesine rağmen bir şekilde Hollywood’a transfer edildi. A Little Trip to Heaven, Inhale, Contraband ve 2 Guns sonrası Amerikalı oyuncularla çalıştığı beşinci film bu. Uzunca bir süredir 1996 yılında Everest’de gerçekleşen talihsiz olayı anlatmak isteyen Hollywood’un dişli yapımcıları, projenin başına Kormákur’u oturttuktan sonra uzunca bir süre filmle ilgili haberler kapladı medyayı. Önceleri Christian Bale’ın oynanacağı açıklanan rol, ünlü aktörün Exodus filminin çekimleriyle çakışması yüzünden Jason Clarke’a gitti. Ardından da birer birer prestijli aktörler ve aktrisler akın etti filmin kadrosuna. Hikaye dediğim gibi 96 yılındaki elim kazayı anlatıyor. Artık manevi doyumdan ziyade “paket programların” bir parçası haline dönüşen bir turizm merkezi Everest. Ve her ne kadar uzun yıllardır bu tepeye meşhur dağcılar akın etse de internette ufak bir araştırma yaparak doğaya nasıl zarar verildiğini ve bu ticari emellerin gözünü kırpmadan aldığı canları bulmanız mümkün.
Yeni Zelandalı meşhur dağcı Rob Hall ve onun önderliğini yaptığı tırmanış için Himalayalar’a gelmiş diğer dağcıların etrafında dönüyor tüm hikaye. Fakat bunu kelli felli bir yolculuk filmine dönüştürmek yerine karakterlerinin geçmişinden, iç dünyasından uzak durmaya çalışan bir tekst var önümüzde. William Nicholson ve Simon Beaufoy’un imzasını taşıyan senaryonun amacı belli: Para kazanmak ve seyircisini nefessiz bırakarak görselliğe sırtını dayamak. Kadrodaki herkes kartondan yaratılmış insanları canlandırıyor. Bizim gibi meseleye uzak, gerçekten de bu dağcıların neden hayatlarını böyle bir riske attığını bilmek isteyenlerin sorularını da cevaplamaktan kaçınıyor. Hatta açıklamaya kalkıştığında, ki film bu soruya alenen cevap aradığı bir sahneye de ev sahipliği yapıyor, kimseyi tatmin etmeyen birkaç diyalogla sıyırıp geçiyor.
Everest’in tek büyük problemi yakın tarihteki bir felaketi koşturarak anlatması değil. Aynı zamanda adaletsiz, hikayedeki en renksiz karakterlere mesai harcayan, üstelik bunu yaparken de meşhur oyunculara figürandan hallice sahneler sunan bir yapıya sahip. Daha ilk yarım saat içerisinde çoktan simasını iyi bildiğimiz birkaç aktörü geride bırakıyoruz. Örneğin; pazarlama kısmında da adı sıkça gündeme getirilen Jake Gyllenhaal’un böyle bir rolü neden kabul ettiğini anlamak güç. Filmin aktrislere yaptığı muamele de pek şık değil esasında. Ya geride kalıp birileri için yas tutarak ömürlerini geçiriyorlar, ya da Naoko Mori gibi ilginç olabilecek bir rolle buluşup ilk fırsatta öldürülüyorlar. Tüm bunlara rağmen bir yandan da Everest’in fazla dallanıp budaklanmamasına seviniyorum. Çünkü derinleştirilmesi durumunda ruhani absürtlüklerle vaktimizi alabilecek aşırı hassas adamlarla dolu filmin dört bir yanı.
Başroldeki Jason Clarke benim için üstlendiği her rolü ilgi çekici hale getirebilmeyi başarmış bir aktördü bugüne kadar. Ama Everest’i sırtında taşıyabilecek kapasitede olmadığını gördük Kormákur sayesinde. Fakat burada faturayı aktöre değil de, vasıfsız bir ana karakter yaratan senaristlere kesmek lazım. Jake Gyllenhaal tam anlamıyla bir figüran. Robin Wright ve Keira Knightley yaratılmaya çalışılan duygusal atmosferi sağlamak üzere gözyaşlarını akıtarak filme katkıda bulunmaya çalışıyorlar. Lakin Wright’ın, aynı zamanda eşini canlandırdığı Josh Brolin’in yanında epey sırıtan güneyli aksanına kulaklarınızı tıkamak zorunda kalabilirsiniz. Sam Worthignton, Michael Kelly ve John Hawkes hepimizin öyle ya da böyle tanıdığı hem bağımsız sinemada, hem de televizyonda bir şekilde karşımıza çıkmış oyuncular. Ama bilin bakalım, Everest’de ne işe yarıyorlar? Hiçbir şey! Filmi düşünüp tarttıkça acaba Nicholson ve Beaufoy ikilisinin asıl amacı bu muydu diye düşünüyorum. Kafa bulandıracak her şeyden arındırılmış bir Hallmark filmi yazıp yönetmene takla atacak yeterli alan bırakmak kendilerine göre mantıklı bir yaklaşımdır belki de.
Everest’i izlemeyerek kapatacağınız 2015 size hiçbir şey kaybettirmez. Yine de yiğidi öldürüp hakkını vererek filmin görsellik namına her şeyi yerine getirdiğini eklemem gerek. Lakin tek başına bir karakter olmayı hak eden Everest gibi bir efsaneye böylesine baştan savma bir anlatım yakışmıyor.
[review]