Eleştiri
Spectre
James Bond filmleri hakkında ne hissediyorsunuz bilmiyorum; ama benim için pek bir şey ifade etmiyorlar. Çocukluğu 90’larda geçmiş bir izleyici olarak ne yazık ki Bond’la Pierce Brosnan zamanında tanıştım. Öncesi hakkında hiçbir fikrim olmadan gerçekleşen bu buluşma, o yaşta bile suratımı ekşitmeme sebep oluyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, Cine5’in Türkiye’deki televizyonculuk için en mühim şey olduğu dönemde, tüm Brosnan’lı Bond filmlerine yer vermişlerdi. Fakat öyle sabun köpüğü bir seri ki bu, tamamen gelişen teknolojiye ve dönemin modasına sırtını dayayarak göze hitap etmeye çalıştığından asla iyi yaşlanmıyor. 5 sene önce çekilmiş bir Bond filmine dönüp baktığınızda bile demode takımlar, yerlerde sürüklenen saten Bond kızı elbiseleri sanki bir asır öncesine aitmiş gibi bir his yaratıyor. Lakin Daniel Craig’li yeni serinin James Bond dünyası için önemli bir adım olduğunu belirtmek gerek. Artık düşen helikoptere havada binen bir Bond, fizik kurallarını hiçe sayarak kendini oradan oraya atan bir İngiliz delikanlı yok karşımızda. Kostümler haricinde tekniğe ve senaryoya da önem veren insanların eline geçti 007. Daha realist, fakat daha mutsuz bir Bond var artık. Her ne kadar Casino Royale ile inşa edilen güven Quantum of Solace sayesinde yerle bir olsa da, Skyfall benim için Bond tarihinin (ki hepsini izlemek gibi bir gaflete düşmedim) en iyisi olma özelliğini taşıyor. Dolayısıyla da Skyfall’un arkasındaki beyin, Sam Mendes, ve tabii ki role çok yakışan Daniel Craig’in tekrardan bir araya gelmesi sebebiyle Spectre’a da epey bel bağlamıştık. Ama ne yazık ki tüm hayallerimiz suya düştü.
Spectre, dünyanın başına sırf geçmişteki hesapları yüzünden belalar açan bencil James Bond’un yeni bir macerasını anlatıyor. Bu sefer yaralarını sarmaya çalışan organizasyon, double zero ajanlarının kökünü kurutmaya hazırlanan yeni bir oluşumla karşı karşıya. Fakat Bond’un da kendi hesaplaşmaları mevcut ve geçtiğimiz filmde kaybettiği bir önceki M’in bıraktığı mesajı kullanarak birilerinin peşine düşüyor. Önce Meksika, ardından İtalya, sonra da sırayla Avusturya ve Fas’ı ziyaret edip en sonunda da hep Westminster’dan gösterilmeyi seven Londra’ya dönüyoruz. Tabii Bond matematiğine uygun olarak Daniel Craig’li filmlerin tüm kötü kahramanlarının ağa babası Ernst Stavro Blofeld ve yine her gördüğü kadınla yatmaya programlı karakterimizin hayatını değiştirecek Madeleine Swann var.
Şu bir gerçek ki, serinin yeni filminde en büyük problem senaryo. Pek çok Bond filmi için çalışmış olan Neal Purvis ve Robert Wade ikilisine elini değdirdiği her filmi Oscar materyaline dönüştürmeyi başaran John Logan ile Edge of Tomorrow sayesinde güzel bir çıkış yakalayan Jez Butterworth eşlik etmiş. Lakin bu dörtlünün sözde Bond evrenindeki en karizmatik kötü karakter olması gereken Oberhauser, uyduruk bir karikatüre dönüştürmesi ciddi anlamda tepilmiş büyük bir fırsat gibi duruyor. Bu kadar karizma yoksunluğu yetmezmiş gibi Eva Green’in Vesper Lynd’ini mumla aratan yeni Bond kızımız da cabası. İkili arasında kurulan bağ sanki her şey kameralar kapalıyken yaşanmışçasına kopuk ve yapay. Harika bir açılış sahnesinden sonra unutulmaz bir jenerikle tavan yapan Spectre, kısacası bundan sonra hızla dibe batmaya başlıyor. Her yeni mizansende filmin toparlanması için bir kez daha ümitleniyor, fakat Pierce Brosnan’lı seriyi hatırlatan klişe harmanı yüzünden filmin ayağa kalkıp dimdik durduğuna şahit olamıyorsunuz.
Skyfall’un üç sene sonrasında gelen bu büyük başarısızlığın faturasını kime kesmek gerek bilmiyorum. Ben Sam Mendes’in seriye eşsiz bir dokunuş yaptığını düşünmüş, hatta Christopher Nolan ve Batman örneğini hatırlatarak aradaki benzerliklerden bahsetmiştim. Fakat bizim izlediğimiz Bond, Mendes’e ait değil usta görüntü yönetmeni Roger Deakins’in dehasının ürünüymüş. Bayrak çok kötü bir isme de devredilmemiş aslında Hoyte Van Hoytema, Let the Right One In’den bu yana Hollywood’da başarılarını sürdürüyor. En büyük şanssızlığı ondan evvel 007 için Roger Deakins gibi bir efsanenin kamera arkasına geçmiş olması. Bu da beni şu soruya sürüklüyor: Acaba Spectre, Quantum of Solace’dan sonra gösterime girmiş olsaydı filmdeki başarısızlıklar bu kadar gözümüze batar mıydı?
Daha evvel Daniel Craig’in bir Bond filmi çekeceği daha duyurulmuş olsa da final ve aktörün somurtkan suratı artık bu işkenceden kurtulmak istiyormuş izlenimi yarattı bende. Sinema tarihinde rolünü bu kadar parmağının ucuyla oynayan başka birine rastlamamışsınızdır. Craig’in mesai harcadığı fiziği ve üzerine eldiven gibi oturan kostümleri olmasa pesimist, tepkisiz Bond büyük bir işkenceye dönüşebilirdi. Christoph Waltz muhtemelen 007’nin karşısına çıkmış en zayıf kötü karakterlerden biri. Lakin burada suçu deliyi oynama konusunda master yapmış aktöre değil, senaristlere atacağım. Figüran niyetine kullanılan Monica Bellucci’yi Bond kızı zannedenler de boşuna umutlara kapılmasın. Spectre tüm odağını Léa Seydoux’ya vermiş durumda. Hatta bir sonraki filmde tekrardan Seydoux’yu görürsek pek şaşırmayacağım. Bunların haricinde MI6 bünyesinde çalışan Naomie Harris, Ralph Fiennes ve Ben Whishaw olduğu gibi duruyor. Tek bir repliği olmamasına rağmen filmde Bond’dan sonra en çok gözüken karaktere Guardians of the Galaxy’nın yeşil suratlı adamı Dave Bautista can vermiş. Rengi sonradan belli olan yeni C olarak ise Andrew Scott’ı izliyoruz. Uzun süredir televizyonda kalburüstü işler yapan Scott’ın Pride sonrası böyle büyük bütçeli projelere sızabildiğini görmek mutluluk veriyor.
Sam Smith’in Eurovision balladları kadar sıradan olan “Writing’s on the Wall“unun ruhunu yakalamış kısaca Spectre. Bir noktadan sonra ayn nakaratları tekrar edip, saksafon benzeri gürültülerle sıradan olduğunu saklamaya çalışıyor. Açılıştaki mizah ve aksiyon filmin bütününe dağılmış olsa en azından bir yönetmenlik harikası diyerek aradan sızabilirdik. Ama şu haliyle 2015’in en vasat filmleri arasında yerini almaktan öteye geçemeyecek ne yazık ki.
[review]