Eleştiri
Mistress America
Belki de bu yazıya özel hayattan başlamak çok saçma ve yanlıştır. Ama sonuçta bu bir blog ve blogların var olmasının, ayakta kalmasının temel sebebi de kişisel deneyimlere dayanmaları. Çok harika bir ilk gençlik çağı geçirdiğimi söylemek doğru bir başlangıç olacaktır diye düşünüyorum. 25 yaşımı devirdim ve geçmişe dönüp baktığımda biriktirdiğim için müteşekkir olduğum dostlarımın büyük bir çoğunluğu aklımın yavaş yavaş başına geldiği dönemlerde küçük dünyama giriş yapmış. Bir yandan da hayatımda kalmalarının temel sebebi beraber büyümüş olmamız. Bunlardan bahsediyorum, çünkü insanın yaşı ilerledikçe beğenileri de epey şekilleniyor, yaşadığınız deneyimler özelllikle sinema gibi objektif bir sanat dalıyla ilgileniyorsunuz bakış açınızı tamamen değiştirebiliyor. Mesela her şeyin daha masum olduğu lise yıllarında, evren sadece popüler kızla zayıf takımda yer alan oğlanın aşkının etrafında dönüyordu benim için. The O.C. sanki sahip olmak istediklerimizin bir temsili gibiydi. Derken işler biraz ciddileşti. Kendimi tanımaya, karşı cinsi de daha iyi anladığımı düşünmeye başladım. Güçlü kadın karakterlerin olduğu yerlere, ilişkinin daha kompleks formlara büründüğü hikayelere merak saldım Blue Valentine gibi. Ardından ailemin değerini fark ettiğim yıllar geldi. 50/50’deki anne oğul, Moneyball’daki baba kız gözlerime dolan yaşların sebebi oldu. Ama sanıyorum 23. doğumgünümün denk geldiği sene çok daha farklı birine dönüştüm. Hamur yıllarca yoğruldu yoğruldu ve – neredeyse – son formuna ulaştı. Bu da artık dünyanın kendi etrafınızda dönmediğini fark ettiğiniz, hayallerin yerini gerçekliğe bıraktığı bir dönem. Yani Frances Ha’nın, şimdi konuşacağımız Mistress America’nın çağı.
Frances Ha, özünde dramadan nasibini almış bir komedi olsa da beni iki omzumdan tutup silkelemeyi başarmış ve kaderlerimiz aynı olmasa da çizmek istediği yol için geç kalmış hisseden biri olarak beni derinden etkilemişti. Belki bir tesadüf, etkisini bilemeyeceğim ama 2013’den bu yana direksiyonu kariyerim için farklı bir yöne çevirmiş biri olarak Noah Baumbach’ın karakteriyle bağ kurmayı başarabiliyorum. Mistress America ise Frances Ha’nın dev aynasında kendini seyreden bir versiyonu denebilir. Ben filmi izlerken hep bu kadını tanıdığımı düşündüm. Hepimizin etrafında Greta Gerwig’ün canlandırdığı Brooke gibi birisi yok mu? Elindeki imkanları en efektif şekilde kullanmaya gayret eden, tasasız, girdiği her odada spot ışıklarını mıknatıs gibi çeken birisi. Belki sizsiniz, belki de etrafınızdan birisi, bilemeyeceğim. Ama evet, Brooke’un tanıdığım, hayatıma bir ara uğramış biri olduğunu düşünerek seyrettim Mistress America’yı. Ve suratına hayat adı verilen o koca duvar çarptığındaki anı izlemek de yeri başka bir deneyimle doldurulamayacak bir tatmin duygusu yaşattı.
Noah Baumbach, Frances Ha’da olduğu gibi 20’li yaşlarının sonuna yaklaşan insanların psikolojik olarak ne tür buhranlardan geçtiğini iyi gözlemlediğine inandığım Greta Gerwig ile beraber kaleme almış senaryoyu. Hikaye bahsini ettiğim Brooke ile onun yaşadığı hayata gıpta eden, ama bir yandan da bu cool gözüken kadının bir noktada soğuk sularda boğulacağını bilen Tracy’nin yaşadıklarını anlatıyor. Ebeveynleri yakında evlenecek olan Brooke ile Tracy birbirlerinin hayatlarına konuk olurken birinin çöküşü, diğerinin kendini keşfedişini tetikliyor. Film bu döngüyü tamamlayana kadar da Frances Ha’daki gibi sırtına daha çok dramatik olaya dayamak yerine tamamen temposu yüksek, hatta kimi zaman karikatürize karakterlerle süslenmiş bir mizahı kullanarak finale kadar seyircisine eşlik ediyor.
Biraz da While We’re Young isimli bir önceki filmini anlamama ve Frances Ha ile başlayan bu yeni seriyi anlamama yardımcı oldu Mistress America. Önceki iki filminden birinde gençlere gıpta ettiğini, diğerinde ise onlardan neredeyse nefret ettiğini düşünmüştüm başarılı yönetmenin. Ama esasında onun yapmak istediği, yaşına bakmaksızın insanoğlunun ego denilen canavarla baş ettiği farklı yöntemleri göstermek. Mistress America’nın ikinci yarısında da içi havayla doldurulmuş balon kızımız Brooke’un yarattığı sahte evreni tek hamlede patlatıyor yönetmen. Bir yandan kahkaha attırıp, bir yandan da esas kızımızın trajik haline acımakla yetiniyorsunuz. Ve filmdeki seyirci gözü de Lola Kirke’ün karakteri Tracy esasında. Patricia Highsmith romanlarındaki gibi yüceltilen Greta Gerwig’ü, içimizden biriymiş gibi resmedilen Tracy takip ediyor.
Noah Baumbach bugüne kadar casting konusunda tek bir hedefi bulmayan ok atmadığı için buradaki ikilinin kimyasına da pek şaşırmadım. Greta Gerwig zaten çağının hiç şüphesiz en iyi komedi oyuncularından biri. Belki Tina Fey ve Amy Poehler gibi espri yazarak hayatını kazanmıyor. Fakat Gerwig, devam eden bir mizahi durumu doğru zamanda izleyicisine teslim edip nakde çevirmek söz konusu olduğunda, Lena Dunham ve onun gibileri mars ederek evine yollayabilecek yeteneğe sahip. Mozart in the Jungle isimli şahane Amazon dizisi sayesinde hayatlarımıza giren Lola Kirke ise Gerwig’ün Frances Ha’daki hallerini hatırlatan karakter olarak filmin çizdiği tabloya cuk oturuyor. Benim adını anmak istediğim bir kişi daha var Mistress America’da: Cindy Cheung. Televizyonda ve filmlerde ufak roller koparıp kariyerini sürdüren Cheung, burada o kadar başarılı ki umarım filmi izleyen cast direktörleri Cheung’a şans verirler.
Mistress America’ya olan hayranlığımı yeteri kadar dile getirdim sanıyorum. Filmle ilgili tek bir sıkıntım var, o da finali. Tüm realizminden sonra Brooke ve Tracy arasındaki arkadaşlığın şekere batırılmasından biraz rahatsız oldum. Bu kadar kusur kadı kızında da olur diyerek kapanışı yapalım.
[review]
kampuchea
20 Kasım 2015 at 13:07
Bu yıl verdiğin açık ara en kötü not bence diğer filmlere haksızlık olmuş.