Eleştiri
By the Sea
Angelina Jolie’den konuşarak başlamak istiyorum By the Sea yazısına. Medyayı takip eden biri olarak Jolie’yi enteresan bir karakter olarak görüyorum. Özel hayatındaki her türlü kaosu bir kenara atıp sadece işiyle ön plana çıkabilmek için yıllarca debelendi. Bir erkek olarak da Jolie’nin popüler kültürdeki yerinden şikayetçiyim diyemem. Söz konusu kariyerine geldiğinde ise bence kesinlikle hatırı sayılır performanslar verebilen bir aktris. Girl Interrupted, A Mighty Heart ve Changeling’i izlediğinizde doğru fırsatla buluşması halinde Jolie’nin ezberleri bozabildiğini daha iyi kavrıyorsunuz. Yeni el attığı yönetmenlik meselesinde de az biraz destekliyorum kendisini. Unbroken, eski Hollywood yıllarını hatırlatan klasik bir savaş dramasıydı ve bence yapmak istediği pek çok şeyi de yerine getirebiliyordu. Angelina Jolie böyle bir proje için doğru bir seçim miydi orası tartışılır. Ama sırf başrolü Jack O’Connell’a verebilmek için mücadele etmesi bile sağduyusunun ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor bana kalırsa. Bu sebeplerden By the Sea ile ilgili ilk haberler düştüğünde epey heyecanlanmıştım. Brad Pitt ile uzun yıllardır devam eden hayat ortaklıklarına Mr. & Mrs. Smith’den sonra yeni bir halka eklemek istemiş, balayında da bu filmi çekmişler. Yalnız fragman ortaya çıktığından beri bozuk yumurta kokusu dört bir yanımızı sarmış idi. Filmi izleyişimizle birlikte de Angelina’dan beklentilerimiz suya düştü.
Universal’ı defalarca zarara uğratmasına rağmen hala onlardan destek almayı başarabilen Angelina Jolie, duygusal olarak çöktüğü bir dönemde bu senaryoyu kaleme almış. Onu böyle bir film yazmaya iten olayı dillendiremiyorum; çünkü By the Sea tamamen Angelina Jolie’nin deneyimini bir sırra dönüştürerek sona kadar saklıyor. Daha açıklayıcı konuşacak olursam… Film Fransa’ya tatile gelen evli bir çiftin hikayesini anlatıyor. Daha ilk sahnede bu çiftin arasında bir problem olduğunu anlıyor ve hikayenin çözüme ulaşması için beklemeye koyulursunuz. İşte Angelina Jolie başından geçen tatsız olayı andıran bir sır yaratmış hikayesindeki çift için. Beraberce aşmaya çalıştıkları bu sulandırılmış trajediye giden yolda da buhran, kırılan tabak çanaklar, röntgencilik, alkol, cinsel tansiyon ve bolca sigara külü var.
70’li yıllarda geçmekte olan hikayeye o dönemin tavrını kazandırabilmek için Angelina Jolie herhalde filmi yapmadan evvel bolca Antonioni, Fellini, hatta Eric Rohmer filmleri tüketmiş. Amerikalı eleştirmenler By the Sea’yı bir arthouse proje gibi tanıtsa da esasında karşımızda arthouse taklidi yapan, ama içi ana akım filmlerden daha boş bir iş var. Saten sabahlıklarla dolu bavullarıyla küçük Fransız kasabasına gelen kadın karakterimiz daha ilk sahnesinde “Balık kokuyor.” diyerek kırmızı alarmı veriyor zaten. Elmanın diğer yarısı, Brad Pitt, ise derdini alkole ve sigaraya anlatan bir yazar (!). Angelina, bu sefer klişe olmaktan hiç çekinmemiş. Karı koca arasındaki gitgellerin hepsini bir yerlerden hatırlayacaksınız. Eve sarhoş gelip karısına sarkıntılık eden erkek, kendi evliliğindeki sorunları görmezden gelip yeni çiftlerle oyuncak gibi oynayan bir kadın.
By the Sea’nin doruk noktası olarak kullandığı gözetleme meselesi de başta çok iyi bir fikir gibi gözükmesine rağmen, filmin ana karakterleri gibi uzaktan tanık olduğumuz diğer çiftin sıkıcılığı sebebiyle erkenden batıyor. Beni ciddi anlamda tatmin edebilen tek şey Angelina Jolie’nin üzerinde birer tasarım harikasına dönüşen sabahlıklar ve şapkalar oldu. Bir enteresan detay vereyim bu arada: Filmin görüntü yönetmenliğini Michael Haneke ile defalarca çalışan Christian Berger yapmış. Angelina, belki de o koltukta otururken kendini yetkin hissetmediği için böyle önemli isimlerle çalışmaya devam ediyor. Hatırlarsanız Unbroken’da da Roger Deakins’i yanına almıştı. Lakin Christian Berger bile diyalogları bu kadar kötü yazılmış bir filmi kurtarmaya yetmemiş. Belki Angelina Jolie senaryoyu kaleme alırken kendini aşırı ciddiye almayı bir kenara bırakıp ayakları yere sağlam basan bir şey çıkarsaymış, ne manik depresif dans sahnesi ne de karı kocasının “İtiraf et!” çığlıklarıyla açığa çıkan sırrı betona çakılmazmış.
Brad Pitt filmin en büyük şansı olmuş bana kalırsa. Burn After Reading, Moneyball ve Babel gibi filmlerde çoktan rüştünü ispatlamış, “yakışıklı adam”dan fazlası olduğunu kanıtlamıştı zaten. Bu filmi toparlamak için de elinden geleni yapıyor. Ama kurgu da en az filmin geri kalanı kadar hatalı olduğundan Pitt’e pek bir iyilik etmiyor. Angelina Jolie ise kendi yönettiği filmde başrolü oynamaya takıntılı Ben Affleck’in izinden giderek büyük bir hata yapmış. Bu tarz yönetmen/aktörlerin uzunca bir süre karaktere kafa yordukları için sonunda ortaya dengesiz performanslar çıkarmalarına alışmıştık zaten. Jolie bir kez daha bu tezin boşa olmadığını gösteriyor. Bu arada filmin Fransız kontenjanında yer alan Mélanie Laurent, Melvil Poupaud ve Niels Arestrup acaba sadece Brangelina’nın büyüsüne kapılarak mı bu projeye evet dediler merak ediyorum. Üçünün de kariyeri için bir yüz karası By the Sea.
Eğer eliniz ayağınızdan can çıkacak kadar yorulmak, 140 dakikayı 140 gün gibi hissederek geçirmek istiyorsanız bu haftasonu gideceğiniz film kesinlikle By the Sea olmalı. Ama kasıntı ve gösterişçi filmlerden uzak durmak isteyen, Hollywood’un Avrupa’ya özenmesi halinde ortaya çıkan tren enkazlarından haberi olanlar kafalarını başka bir yöne çevirsin.
[review]