Eleştiri
The Hunger Games: Mockingjay – Part 2
Son yıllarda her tutan kitap serisini sinemaya uyarlamak moda oldu. Çocukluğumun en güzel hatıralarında hep başrolü oynayan Harry Potter’ın açtığı kapı daha sonra yerini genç kadın oyuncuların maaş çeklerini artırmaya yarayacak yeni bir oyuncağa dönüştü. Twilight serisi tüm dünyaya Robert Pattinson’ı ve şu an ne yaptığını bilmediğimiz Taylor Lautner’ı tanıttı. Ama seriden asıl karlı çıkan Kristen Stewart oldu. Cesar’dan uzun yıllar sonra ödül alan ilk Amerikalı kadın oyuncu olduğunu unutmayın, ki bu gerçekle boğuşurken benim bile nefesim tıkanıyor. Jennifer Lawrence zaten şöhret basamaklarını yavaş yavaş tırmanmakta idi. Tabi Silver Linings Playbook ile gelen Oscar’ın üzerine bir de The Hunger Games’i ekleyince işi iyice büyüttü. Thor’un kardeşi Liam Hemsworth ve yer aldığı her rolde yama tadı veren Josh Hutcherson ile muhtemelen birkaç seneye kalmadan hiç parlamamış olan yıldızı sönecek aktörler. Bir de Divergent var, onu da unutmamak gerek. Shailene Woodley’nin The Fault in Our Stars ile birlikte ününe ün kattı. Öyle ki filmdeki erkek oyuncunun adını hatırlamak için IMDb’ye başvurmak zorunda hissetsek de Shailene’in adını unutamıyoruz (Şimdi baktım, Theo James’miş.). Belki odak noktası tamamen bir erkek olan (sanki yeteri kadar böyle hikaye yokmuş gibi) bir kitap serisi uyarlanmazsa bu tarz distopyalar, bilimkurgular, romantizmler genç aktrislerin basamak atlamasına bir süre daha yardımcı olacak gibi gözüküyor. Sırf bu yüzden içeriği kabul edilebilir miktarda sabun köpüğüyle dolu box-office filmlerine karşı koymak istemiyorum. Hem bizi yeni yeteneklerle tanıştırması, hem bu aktrislere daha özgür bir çalışma alanı sağlaması ve hem de çarkın dönmesi için durmadan devam! Ama biz şimdi dönelim, nihayete eren The Hunger Games’in son durağına.
İlk iki filmi sinemada izledikten sonra, pek de parlak eleştiriler almayan üçüncü film (Mockingjay – Part 1) için kılımı dahi kıpırdatmamıştım. Bu biraz da American Hustle sebebiyle gereğinden fazla iyi eleştiri aldığını düşündüğüm Jennifer Lawrence’a olan tepkimden kaynaklanıyor sanırım. Ama Mockingjay’in ikinci parçasını izlemeden evvel dersime çalıştım, merak etmeyin. Ve gördüğüm de bizi tamamen finale hazırlayan, diyalog yoğunluklu ve bol ağlamalı, sızlamalı bir şey idi. Lakin üçüncü filmi izlememin hemen ardından son bölümle buluşunca ufak bir hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü vaat edilen aksiyon yine yerini bolca yerli dizi bakışmalarına bırakmış. İlk filmde çok geç çözdüğümüz iki adam arasında kalan kadın matematiği, burada filmin her ayrıntısına işlemiş durumda. Katniss Everdeen’in kafası her zamankinden daha karışık. Fiziksel ve manevi yorgunluğu hat safhada. Ve tabi büyüme sancıları da artık baş göstermiş durumda. Ona güvenen koca bir halk, korumakla yükümlü olduğu bir ailesi ve canından çok sevdiği iki adam (Gale ölse muhtemelen sırtını döner yatardı.) var.
The Hunger Games söze ilk filmde basit bir distopya olarak başladı. Şimdi geldiği nokta ise başlangıçtan epey farklı. Asiler tarafından kurtarılan Katniss, en son kendisini gırtlaklamak için üstünü başını parçalayan biricik Peeta’sının saldırısı sonrası şoka uğramıştı. Bu film hikayeyi bıraktığı yerden alıp, çok kolay bir şekilde tahmin ettiğimiz finale taşıyor. Bir yanda Snow’dan farkı olmayan yeni Başkan adayımız Alma Coin var. Diğer yanda Katniss’in bir kedi için canını tehlikeye atan gerizekalı kardeşi ve annesi. Küçük zaferler için büyük savaşlar vermesi gerekiyor. Ve üstelik sonunda önüne sunulan mesaj da “Hayat adil değil.” gibi bayat, herhangi bir yerli dizide rastlayabileceğiniz “Her şey yalan.” benzeri ucuz felsefelerle bezeli. Lakin kitabın yazarı Suzanne Collins uzunca bir süre devam eden maceranın sonundaki zayıflığı kapatmak için ana karakteri ve yanındaki kalabalığı türlü maceralara sürüklüyor. Serinin hayranı olan 16 yaş altındaki genç kızlarımız için de “Gale’ı mı, Peeta’yı mı destekliyorsun?” gerginliğini bir an olsun geri plana atmamış. Sanki Gale’ın göbek adı Jacob, Peeta’nın ki de Edward değilmiş gibi…
Bu bayatlıkları bir kenara atarsak, ki bence seri ikinci filmde orijinal bir aksiyon olmayı başararak kendini aşmıştı, The Hunger Games: Mockingjay – Part 2 seyircisine hem süründürüp, hem de sürükleyen iyi bir gişe filmi. Bakması güzel olduğu kadar, orijinal filmlerini hayata geçirirken de görsellikten destek almaktan çekinmiyor. Kostümler, görsel efektler, Elizabeth Banks ve sona doğru gördüğümüz Panter Emel‘in makyajı kusursuz. Ne gariptir ki önceki filmlerde de aynı teknik başarı olmasına rağmen The Hunger Games bugüne kadar hanesine tek bir Oscar adaylığı yazdıramamış. Bu filmin geleneği bozacağı da şüpheli. Malum Jennifer Lawrence yine başka bir film için etrafta dolanacak.
Bir aksiyon filminin oyunculukları hakkında ne söylenebilir bilmiyorum. Jennifer Lawrence’un artık Katniss’i üzerinden atması gerekiyordu, bu sebeple Hunger Games’in bitmesi beni mutlu ediyor. Gerçi çekimlerin tamamlanmasının üzerinden iki sene geçtiği için şimdiden başka projelere yöneldiğini görmeye başladık. Geçtiğimiz sene kaybettiğimiz Philip Seymour Hoffman’ı da bir kez daha izlemek keyif verdi. Yalnız Elizabeth Banks, Sam Claflin, Jena Malone gibi gerçekten sevdiğimiz karakterlerin hepsi geri plana düşmüş. Onların yerine bol bol Liam Hemsworth, Bihter Ziyagil buhranları yaşayan Josh Hutcherson ve saçlarına bu film için kıyan Natalie Dormer var. Donald Sutherland ise hiç olmadığı kadar cani duruyor. Keşke Katniss ve diğer asileri diri diri gömüp Snow için bir spin-off çekselerdi.
Bu kadar çamur atmanın üzerine verdiğim not fazla görülebilir. Hele ki o korkunç finali düşünülünce. Ama diyorum ya, içeriği biraz düzgün olduğu müddetçe ben bu tarz filmleri desteklemeye varım. Bakalım sıradaki çok kazandıran aktrisimiz ve yer alacağı kitap serisi ne olacak…
[review]