Eleştiri
Tembelin Günlüğü
Sezonun muhtemelen son Tembelin Günlüğü yazılarından biri olacak bu. Belki yine biriktirince araya yeni bir başlık sıkıştırırım. Fakat 2015’ten kötü film izlemeye artık takatim kalmadı. Sarah Silverman’ın SAG’e aday olduğu I Smile Back, sezonun sürprizlerinden Bone Tomahawk, Oscar’ın animasyon yarışına hızlı bir giriş yapan Shaun the Sheep Movie, bitmek bilmeyen distopya uyarlamalarının son ürünü Maze Runner: The Scorch Trials, göze ve kulağa eziyet eden The Walk ve beni intihara sürükleyen The SpongeBob Movie: Sponge Out of Water bugünün konukları. Buyrun başlayalım.
Oyuncular Birliği’nin (SAG) bu seneki “O neydi gız” temalı aday listesinde kendine yer bulan Sarah Silverman, esasında ABD’de epey ünlü bir komedyen. Yıllar evvel televizyona yaptığı bir program ve Jimmy Kimmel’la olan ilişkisi sayesinde epey konuşulmuştu. Ama son dönemde onu dramalarda görmeye başladık. Take This Waltz, Masters of Sex derken Silverman sonunda ilk önemli başrolünü kaptı. Benim de filmi izlememin üzerinden iki ay geçti sanıyorum. Ama o kadar sığ ve sıradan bir filmdi ki üzerine bir şeyler karalama ihtiyacı hiç hisetmemiştim. Hazır SAG ile gündeme gelmişken ufak da olsa konuşalım. I Smile Back, Amerikan rüyasının bir varyasyonunun içine sıkışmış Laney’yi anlatıyor. Dışarıdan bakıldığında çok mutlu olduğu düşünülen Laney, neredeyse her şeye sahip olmasına rağmen belki de bu mükemmeliyet sebebiyle depresyona girmiş bir kadın. Film de yavaş yavaş ana karakterinin çöküşünü ve ailesine istemli ya da istemsiz verdiği zararı sakız gibi uzatarak anlatıyor. Bugüne kadar depresyon, orta yaş bunalımı, karakter bozukluğu vs. gibi psikolojik problemleri içeren her türlü filmden iz var I Smile Back’de. O kadar klişe yollara sapılmış ki, gerçek hayatta da depresyon denilen meretle vakit geçirmiş Silverman’ın kendi deneyimlerine dayanan performansı dikkatinizi çekmiyor. Ama kadroda The Good Wife’da hunharca öldürülen Will, yani Josh Charles var. Belki onunla dikkatinizi dağıtıp, bu film okulunu bitirme projesi gibi duran baştan savma senaryoyu görmezden gelebilirsiniz. [C-]
Amerikalı eleştirmenlerin keşfettikten sonra üzerine salyalarını akıtmayı uygun gördüğü Bone Tomahawk, bir korku filmi gibi pazarlanmasına rağmen son 20-25 dakikasına kadar western taklidi yaparak seyircisini avcunun içine alan bir iş. Böyle sağ gösterip sol vuran, hatta kroşeyi suratınızın tam ortasına indiren filmlere zaafım olduğu için ben de Amerikalı eleştirmenlerin başlattığı Meksika dalgasına okyanusun diğer ucundan katılacağım izninizle. Uzun zamandır doğru düzgün bir filmini izleyemediğimiz Kurt Russell, makyajının altında tanınmayacak bir adama dönüşen Richard Jenkins ve bir türlü doğru projeyle buluşamayan (buradaki aksanı da tartışmalara açık) Patrick Wilson filmin başrollerini paylaşmakta. Küçük bir kasabada gerçekleşen kaçırılma vakaları sonrasında, sarı toprağın ambleme dönüştü Amerika kırsalında bu işin peşine düşen dört adamın yolculuğu anlatılıyor. Tabii bu uzun maceranın sonunda onları korkunç mağara adamlarının beklediğini de ekleyeyim. Kağıt üzerinde absürt gibi dursa da yaylılarla seyircisini germeyen ya da “Hazır Orta Amerika’nın içerisine düştük, hadi biraz şive öldürelim.” küheylanlığının baş göstermediği bir iş olduğundan benim takdirimi kazanmayı başardı. Ama ait olduğu iki türün, western ve korku sineması, sadık hayranlarını da zorlayabilecek noktaları var haberiniz olsun. [B-]
Artık animasyonlar aşama kaydedip sadece çocuklar için olmaktan çıkarak yetişkinlere de hitap ettiği için her sene bir ya da iki projeyi senenin en iyileri listelerinde görüyoruz. Yalnız arada nostaljik davranarak eski usüle dönenler de oluyor ve Shaun the Sheep Movie kesinlikle onlardan biri. Chicken Run ve Wallace & Gromit gibi takdire şayan işlerin yaratıcıları bir araya gelerek, adeta iki filmin senaryolarını birleştirdiği oldukça tembel bir animasyon ortaya çıkarmış. Uzun zamandır bu kadar sıkıldığım başka bir film olmamıştı bu janrda diyeceğim; ama birazdan konuşacağımız SpongeBob o rekoru kırdı. Peki bu stop-motion projenin öğrettiği güzel şeyler de yok mu? Elbette var. Fakat filmin sürekli tekrar eden bir skeç gibi ilerlediği ve neredeyse her sekansın filmin arkasındaki beyinlerin daha önceki filmlerinde denendiği gerçeğini değiştirmiyor. Üstelik kimilerinin rahatsız olduğu diyalogsuzluk meselesi, Shaun the Sheep Movie içerisindeki tek orijinal fikir olduğu için beni bir an olsun rahatsız etmedi. Ha ama şu bir gerçek, bahsini ettiğim filmleri izlemeyenler için Shaun the Sheep yılın keşfi olabilir. Muhtemelen Akademi de stop-motion’a olan zaafının önüne geçemeyerek adaylık verecek. Inside Out ya da Anomalisa zaferi tattığı müddetçe geri kalan adaylar pek umrumda değil açıkçası. [C]
Geçtiğimiz sene tesadüf eseri izlediğim The Maze Runner, sevdiğim iki gençlik dizisinde yer alan Dylan O’Brien (Teen Wolf) ve Kaya Scodelario’yu (Skins) içerdiği için bana epey keyifli gelmişti. Fakat The Hunger Games, The Giver ve Divergent gibi projelerin izinden giden bu son model roman uyarlamasının yeni ayağı, 2015 içerisinde beyazperdeye yansımış en kötü filmlerden biri olabilir. Hele ki filme yatırılan paralar düşünüldükçe… Maze Runner: The Scorch Trials, kurtuldular diye epey mutlu olduğumuz karakterleri yeniden bir çıkmazın içerisine bırakarak üstlerindeki kire pasa bir kat daha cila çekiyor. Game of Thrones’dan Aidan Gillen’ın kötü karakteri canlandırdığı devam filminde Patricia Clarkson, Barry Pepper, Giancarlo Esposito gibi tanıdık yüzler de mevcut. Muhtemelen ceplerini doldurmak istediklerinden bu tren enkazında rol almayı kabul etmişler. Çünkü filmin özellikle ikinci parçasındaki mantık hataları, bir noktadan sonra yönetmen ve senaristin de filmin karakterleri gibi kayıplara karışması ve yapay bir his yaratan kötü efektler Maze Runner’ı epey yaralıyor. Tek dileğim artık bu young adult romanlarının modasının geçmesi. Twilight’ın başımıza ördüğü çorap ateşe verilip yakılsa da hepimizin üzerinden bir yük kalksa. [C-]
Filmle ilgili fikirlerimi paylaştığım her arkadaşım, The Walk’u sinemada izlemem halinde bambaşka bir tepki vereceğimi söyledi. O yüzden Robert Zemeckis’in son projesiyle ilgili fikirlerimi ne kadar dikkate alırsınız bilmiyorum. Ama ben yine de tüm sorunlarına teker teker dikkat çekeceğim. Bir; Joseph Gordon-Levitt’in makyajı ve abartılı aksanı filmin tüm gerçekliğini elinden alıyor. Hele ki daha evvel kanlı canlı bir belgeselde (Man on Wire) aynı hikayenin anlatıldığı düşünüldüğünde neden bu kadar zorlama bir karakter yaratılmaya çalışılmış hiç anlayamıyorsunuz. Filmin tek bir sahnesinde dahi perdeyi terk etmeyen karakteri sevemeyince de seyir giderek zorlaşıyor. İki; senaryodaki sıkıntıların miktarı es geçilecek gibi değil Son yarım saate kadar seyircisini not kağıtlarına karalanmış kötü yan hikayelerle oylaması mı, yoksa aşırı karikatürize ana karakterinden daha da karikatürize yardımcı karakterler yaratarak ağızda acı bir tat bırakması mı beni daha çok rahatsız etti bilemiyorum. Üç; Robert Zemeckis’in daha evvel de banal, pejmürde filmlere imza attığına şahit olmuştuk. Fakat The Walk şahsi rekorunu da kırmış gibi. Ki bunu Flight’ı çok beğenmiş, hatta aldığı senaryo adaylığını hak ettiğini düşünen birinin söylediğini de unutmayın. [C-]
SpongeBob’un televizyondaki varlığını da sevmeyen biri olarak bu filmi izlemem zaten ne kadar mantıklıydı bilmiyorum. Garip görünümlü, çığlık efektleri arasında seslendirmeleri yapılmış ve bir kez olsun geçtim kahkaha atmayı, sırıtmama dahi yardımcı olmayan bir konsept bu. Hayranlarına saygı duyuyorum; ama ben kesinlikle SpongeBob hayranlığını anlayamıyorum. Yalnız anime dizinin sadık fanları bile, eminim The SpongeBob Movie: Sponge Out of Water’dan zevk alamamıştır. Kısa keseceğim: Bayağı, budalaca ve seyircisini intihara meyilli bir şekilde ardında bırakan bir yapım. Galiba Twilight serisinin dördüncü filminden bile daha çok zevk almıştım. [F]