Eleştiri
Star Wars: The Force Awakens
Öncelikle bu satırların yıllar yılı Star Wars fenomeniyle ve serinin arkasından koşturanlarla yeteri kadar dalgasını geçmiş biri tarafından yazıldığını bilmenizi istiyorum. İnsanlığın umrunda olmayan, ama benim film evrenimde çok büyük bir adım gerçekleşecek birazdan. Çünkü Star Wars’un yeni ayağı The Force Awakens’ı kutsayacağım. Ama öncesinde George Lucas’ın yarattığı dünya hakkında biraz gevezelik yapayım istiyorum. Ne yazık ki henüz ben 9 yaşındayken yeni seri başlangıç yaptığı için içerdiği şiddet sahneleri ve tabii benim de meraksızlığım sebebiyle ailem tarafından asla bu filme götürülmedim. Sadece yıllarca odamın bir köşesinde Darth Vader sandığım ve birkaç sene evvel Darth Maul olduğunu öğrendiğim karakterin oyuncağı vardı. Harrison Ford’un seriyle bir bağı olduğunu bilir, fakat kimin ne olduğundan bihaber bir şekilde dolanırdım. Popüler kültürün her yerine sızmış olan Star Wars literatürü 30 Rock’daki Princess Leia canlandırmaları, Han Solo’nun neredeyse Harrison Ford’un konuk olduğu her programda dile getirilmesi, Meryl Streep’in AFI gecesi sayesinde Carrie Fisher’la tanışmam ve buna benzer pek çok olay üst üste eklenip önüme sunulunca filmle buluşmam kaçınılmaz oldu. İlk seriyi yıllar evvel şöyle bir ziyaret etmiş, kalabalık bir ortamda kafamı vermeden izlediğim için de pek bir şey anlamamıştım. Fakat The Force Awakens’ın gösterim tarihinin yakınlaşmasıyla birlikte bu büyük sinema olayına bir ucundan dahil olabilmek için altı filmlik Star Wars maratonuna giriştim. Bu uzun macerada A New Hope, The Empire Strikes Back ve Revenge of the Sith’e hayran biri bıraktı arkasında. Yalnız Return of the Jedi, The Phantom Menace ve Attack of the Clones’dan da bir o kadar nefret ettim, yalan söyleyecek değilim. Yine de iyisiyle kötüsüyle, Star Wars’un günümüzün teknolojisinin nimetlerinden faydalanmayı sonuna kadar hak eden bir franchise olduğunu düşündüm izlerken. O yüzden ilk serideki kötü kuklalardan, yeni serideki green box etkisinden kurtulduğu için inanılmaz mutluyum. Sonunda efsane hak ettiği bir filmle buluşuyor, hatta buluşmuş.
Filmin içeriği hakkında tek bir şey dahi söylemek istemiyorum. Neden? Çünkü hala aramızda o altı filmi izlemeyen birileri olduğuna eminim. O yüzden daha üstü kapalı cümleler kurarak filmle ilgili izlenimlerimi aktarmaya çalışacağım. Bir kere okuduğunuz her eleştiriden göreceğiniz gibi, filmin yönetmeni J.J. Abrams serinin özüne saygı duruşunda bulunup cilalanmış bir öyküyle çıkıyor karşımıza. Hem 77’de, hem de 99’da başlayan serilerin ilk filmlerinden izler taşımakta The Force Awakens. Lakin hikaye çatısı tanıdık gelse de başladığı noktadan sonra çok iyi inşa edilmiş bir yere yol alıyor film. Biraz da gelecek iki yeni devam filminin önlemi alınmış denilebilir. Benim yaşlarımdakilerin taze taze deneyimleme şansı bulduğu The Lord of the Rings efsanesinin ilk ayağında olduğu gibi The Force Awakens da önce karakterlerini bir bir seyircisine tanıtıp sevdirerek başlıyor. Ve hepsi de eski seriden birilerinin rollerini almış aslında. Kylo Ren, Anakin’in amatör hallerini; Rey, Luke’un gençliğini; Finn ise Han Solo’yu hatırlatıyor. Sinema tarihine geçmeyi başarmış böylesine kült karakterlerin boşluğunu doldurmak zor gibi gözükse de daha ilk filmden o bağı kurmayı başarıyoruz The Force Awakens’ın yeni yetmeleriyle.
Neon ışıkların adamı olarak bildiğimiz J.J. Abrams, elini değil tüm bedenini ezebilecek ağır bir taşın altına girdiğini biliyor olsa gerek, sağlam adımlar atmak için epey mücadele etmiş. Bir yanda George Lucas’ın hazinesine reverans yapıp nostaljisiyle gözlerimizi yaşlandırıyor, bir yandan da 21. yüzyıldaki büyük bütçeli yapımların yakaladığı görsel kaliteyi yıllanmış bir gelenekle buluşturup ortaya bir sentez çıkarmaya çalışıyor. Ben Hayden Christen ile Natalie Portman’ın önderliğini ettiği filmlere gelen tepkileri pek net hatırlamıyorum. Ama duyduğum kadarıyla, Harrison Ford ve Carrie Fisher’ın yakaladığı kimya sonrası bu çift epey negatif yorumlar almış. The Force Awakens’ın casting’i yapılırken muhtemelen geçmişteki hatalara da bakıp ders almaya çalışmışlar. Çünkü Adam Driver, Daisy Ridley ve John Boyega üçlüsü yerleri doldurulamayacak karakterler yaratıyor daha ilk filmden. Bu ekibe bir de Oscar Isaac’in adını eklemeyi unutmayın. Lakin şimdilik Poe Dameron’ı yardımcı bir rol olmaktan öteye götüremedikleri için diğer üçlünün yarattığı heyecana erişemiyor.
Tekrar bu casting başarısına dönecek olursak… Daisy Ridley hayatındaki ilk seçmede Star Wars gibi dev bir işin başrolünü kapma şansına erişmiş. Abrams’ın böylesine bir yeteneği dünyaya tanıttığı için muhtemelen Ridley’nin kariyeri boyunca adı gündeme gelecek. Attack the Block’u kaçırmamış olan izleyicinin aşina olduğu John Boyega ise başka bir hikaye. Saturday Night Live’daki Star Wars skecinde “A black stormtrooper?” tepkisini gözlerini aça aça veren genç aktör, ayrıca George Lucas’ın tarih boyunca hedefi tutturamayan şık zırhlı karakterler olarak tanıttığı stormtrooperlara yeni bir anlam yüklüyor. Gelelim asıl hazine, Adam Driver’a… Bunu söylediğim için muhtemelen beni parçalara ayıracaksınız, ama Hayden Christensen’ın dönüştüğü kötülüğü, ilk serideki karikatürize Darth Vader’dan daha etkili bulan bir izleyici olarak Kylo Ren’i sanıyorum hepsinin zirvesine yerleştirebilirim. Eminim serinin sadık fanları şu satırları okuyunca beni ışın kılıcıyla lime lime etmek için harekete geçmiştir; fakat dışarıdan bir göz olarak ben önüme sunulan karakterden ve onu canlandıran aktörden çok memnunum. Girls ile hayatlarımıza giren ve hiç çıkmamasını istediğimiz başarılı oyuncu, bir kez daha yeteneklerinin sınırsız olduğunu gösteriyor.
Filmin nostaljik kısmına gelirsek… Harrison Ford ve Carrie Fisher’ın baş başa kaldığı her sahnede gözlerimin yaşlarını silmek zorunda kaldım. Daha önceki filmleri izlerken Han Solo ve Prenses Leia arasındaki ilişkinin bende bu kadar iz bıraktığını bilmiyordum. Fakat J.J. Abrams onların geçmişine hakim olmasanız bile, The Force Awakens için yazılan hikayeleriyle can evinizden vuruyor. Mark Hamill için ise bir şey demeyeceğim. Filmde “Var mı, yok mu? Ne kadar gözüküyor? Yoksa kandırıldık mı?” türevi problemlerinizi sinema salonuna saklayın. Bu arada eklemeden geçemeyeceğim, Domhnall Gleeson’ın abartılı performansını fazlasıyla dikkat dağıtıcı buldum. Bir şekilde Hitler benzetmeleri filmin hikayesine asimile olur diye umuyorum. Lupita Nyong’o tarafından seslendirilen Maz Kanata ise Star Wars evreninde Jabba the Hutt ve Jar Jar Binks’e maruz kalanlara ilaç gibi gelecek. Bir ufak detay daha: Andy Serkis, serinin bir diğer kötüsü “Snoke”u seslendirmiş. Yalnız işin içerisinde Serkis olduğundan muhtemelen CGI da devreye girmiştir. Lakin bir Rise of the Planet of the Apes, ya da Hobbit/Lord of the Rings düzeyinde oyunculuğu yok.
Kısacası, hem Star Wars’la yapmayan hem de Star Wars’suz kalmayan biri olarak The Force Awakens’ı çok beğendiğimi söyleyebilirim. İlk serinin iyi yıllanmayan adi görüntüsü ve ikincideki her türlü teknolojiyi kullanma derdi tamamen bir kenarda bırakılarak muhtemelen sonunda başyapıt seviyesine ulaşılacak yeni bir serüvenin startı verilmiş. John Williams’ın yeni bestelerle buluşan efsanevi Star Wars müzikleri, kusursuz setleri ve kostümleriyle her şey tastamam. Geleneği bozmayarak, ben de klişe bir son yapayım artık: Güç sizinle olsun. Hem de 2019’a kadar!
[review]