Eleştiri
Creed
Alın size yılın sorusu: Creed neden En İyi Film tahminlerinin zirvesinde değil? Geçtiğimiz Mart ayından beri herkes Oscar tahmini yaparken üç filmin diğerlerinden daha şanslı olduğunu söyleyip durdu. Bu üç filmden birincisi The Revenant, neredeyse bir başyapıt sayılacak kadar kusursuz. Lakin seyirciyle Inarritu’nun son harikası arasında garip bir ilişki var. Ya nefret ediyorlar, ya da benim gibi aşık oluyorlar. İkincisi The Hateful Eight, Tarantino’nun fabrikasından yeni çıkmış, üzeri dumanlı bir başka alamet-i farika. Fakat Revenant gibi o da iki uçta tepkiler almanın ceremesini çekeceğe benziyor. Üç numara ise Joy. David O. Russell’ın tren enkazını andıran American Hustle’ından sonra bu sefer de direkt duvara toslamış kağıttan araba gibi bir film bu. Şöyle geriye dönüp eski tahminlerinize baktığınızda eminim Joy’u zirveye koyduğunuz için siz de kendinizle dalga geçeceksiniz. Bahsini ettiğim üç filme verdiğimiz tepkiler de bir şekilde Oscar tahmincilerinin yarattığı beklenti sebebiyle şekilleniyor. Mesela bu kadar bel bağlamamış olsak belki Joy’dan daha az nefret eder, The Revenant’ı daha çok bile severdik (yeteri kadar sevmiyormuşuz gibi). Neyse, bu filmlerle ilgili fikirlerimi uzun uzun yazacağım başlıklar da elbet gelecek. Ama benim asıl meselem Creed! Tamamen Oscar kokmasa da klasik anlatımı, Rocky efsanesine taze bir soluk getirmesi ve birinci sınıf performanslarıyla şu an En İyi Film tahminlerinde Spotlight’ı yerinden edemiyor oluşu sinir bozuyor. Sebepleri mi neler? Stüdyonun (Warner Bros.) ellerindeki hazinenin farkında olmadıkları için yarışa geç kalması, ABD’deki gizli (!) faşizm ve nostalji faktörünü kullanan diğer yapımların (Star Wars, Mad Max) yarattığı rüzgar. Ödülü geçip adaylık dilendiğimiz film o kategoriye sızacak pek çok yapımı cebinden çıkaracak kadar iyi olsa da benim burada kendi kendime debelendiğim gerçeğini hiçbir şey değiştiremiyor.
Fruitvale Station ile hayatlarımıza giren Ryan Coogler, Harvey Weinstein’in kanatları altında Akademi sahnesine uçar mı diye çok konuşmuştuk. Fakat eleştirmen birlikleri haricinde filmi kucaklayan pek olmadı. Belki biraz anlattığı meselenin altında ezilen light senaryosunun, belki de filmin gösterilmesinin bir sene sonrasında ABD’de çok önemli bir meseleye dönüşecek ölçüsüz polis şiddetine erken bir yorum getirmesiydi başarısızlığının sebebi. Fakat Oscar, Coogler’a gereken ilgiyi göstermese de o film büyük stüdyoların kapılarını açtı. Creed, son ana kadar Rocky ile olan bağını bilmediğimiz bir boks filmiydi esasında. Ryan Coogler sessiz sedasız Sylvester Stallone ile görüşüp, Rocky serisinden tanıdığımız efsanevi boksör Apollo Creed’in oğlunu ana karakter olarak kullanan bir senaryo sunmuş önüne. Kendisini ünlü eden karaktere 2000’li yıllardaki vasat devam filmleri sebebiyle veda eden Stallone, nostaljisi hat safhada senaryoyu okuyunca hayır diyememiş. Coogler da Warner Bros’un desteğini alarak işe koyulmuş. Hem de yanına bir önceki filminde başrolü verdiği Micahel B. Jordan’ı alarak.
Creed, dediğim gibi Rocky’nin hikayesinde önemli bir yeri olan Apollo Creed’in gayrimeşru çocuğu Adonis’i anlatıyor. Kanunla başı belaya giren Adonis, küçük yaşta Apollo’nun karısı Mary Anne tarafından evlatlık alınıyor. Üvey oğlunun doğru bir hayat yaşaması içn mücadele eden Mary Anne’in dünyası bir gün Adonis gelip boksör olmak için Philadelphia’ya gideceğini söyleyince başına yıkılıyor. Fakat bir yandan da eşinin kanını taşıdığı için hırslarının farkında olduğundan şaşırmıyor da. Tahmin edebileceğiniz üzere, Adonis’in ilk yaptığı iş emekliye ayrılmış Rocky Balboa’yı bulmak ve ona antrenörlük yapması için ikna etmek oluyor. Sonrası da 70’li yılların sonunda Oscar tarihinin en çok konuşulan zaferlerinden birini anlatan ilk Rocky filmi gibi bolca gözyaşı, tebessüm ve hırs dolu. Ryan Coogler, tıpkı The Force Awakens’da ilk Star Wars serisine saygı duruşu yapan J.J. Abrams gibi, 1976 tarihli Rocky’nin pek çok özelliğinden esinlenmiş. Adrian ile olan ilişkisi, Apollo’yla arasındaki rekabet, hatta Adonis’in de tıpkı Rocky gibi güçlü görünüp kimi zaman içerisindeki fırtınalara yenik düşen genç bir yıldız olması aklıma gelen ilk benzerlikler.
Sinema izleyicisinin şimdiden kutsayarak tüm zamanların en iyileri arasına yerleştirdiği bu son model boks filminin tabii ki de en büyük şansı Ryan Coogler. Benim Fruitvale Station’la ilgili tüm sıkıntım filmin kısalığından ve çoğu meselesini aceleye getirmesindendi. Creed’de ise elindeki zamanı efektif bir şekilde kullanan genç yönetmen, tesadüf eseri bir başarı elde etmediğini hatırlatıyor. Yıllardır beni böylesine heyecanlandıran bir franchise başlangıcı olmamıştı. Üstelik Creed’in dev bütçeli seriler gibi plastik bir içeriği de yok. Nereden olursanız olun kalbinize dokunacak, sizi bir yerinden yakalayacak bir öyküsü var. Mesela filmin ana karakterine uygun gördüğü romantik ilişkinin diğer kahramanı Bianca hiç de sıradan bir “yardımcı” kız arkadaş değil. Erkek egemen bir filmde kadın karakterlerine de boyut kazandırabilmek adına iyice beslemiş Ryan Coogler’ın bu karakterin altını. Belki Adonis’in karşısına çıkarılan “Pretty” Ricky Conlan isimli İrlandalı boksörün stüdyo tarafından zorla senaryoya eklenmiş gibi hissettirmesi sıkıntı yaratabilir. Fakat her Rocky filminde olduğu gibi bir ezeli düşman yaratması gerekiyordu Ryan Coogler’ın. En azından bu denemesi sonuçsuz kalmamış.
Biz televizyon izleyicileri için uzun zamandır büyük bir yıldız olan Michael B. Jordan, ne yazık ki beyazperdede yeteri kadar parlayamadı. Ona daha çok para kazandıracağını düşündüğümüz Fantastic Four da patlayınca Jordan’ın ününe ün katan Friday Night Lights zirvedeki yerini korudu. Fakat Creed bu geleneği bozacağa benziyor. Çünkü Jordan sadece kariyerinin en başarılı projesinde yer almakla kalmayıp, bugüne kadarki en iyi performansını da vermiş. Onun dahil edilmediği her erkek oyuncu listesine göz devireceğimi şimdiden duyurmak isterim. Sylvester Stallone ise alacağı Oscar’ın haberini filmin ikinci yarısında veriyor. Ben Rocky devreye girdiği andan itibaren neden ödül sohbetlerine dahil olduğunu merak ederek pür dikkat izledim kendisini. Meğerse Coogler efsanenin ününü kullanmak değil, aynı zamanda da yeni jenerasyonun kalbini çalacak bu yeni hikayeyi anlatırken olası bir vedaya karşı hazırlığını da yapmak istemiş. Stallone, Creed’in en duygusal anlarda ciğerinizi yerinden söküp çıkarıyor. Kilometrelerce uzaktan da zaten Adonis’in Rocky’yi bir baba figürü olarak gördüğünü anlıyor, olacakların kokusunu alıyorsunuz. Bir başka sürpriz ise Tessa Thompson! Filmde Adonis’in şarkıcılıkta kariyer yapmak isteyen ve duyma kaybı yaşayan kız arkadaşını canlandırmakta. Zirveye çıkan yolda bir türlü gevşeyemeyen Adonis’den vaktiniz kaldıkça Tessa Thompson’ın karakteri Bianca ile huzur buluyorsunuz. Belki çok gösterişli bir performans değil; fakat rol çalmadan da bulunduğu her sahneye ağırlığını koymayı başarmış.
Creed, atalarına saygı duruşunu abartıp ortaya orijinal bir fikir sunamayan diğer devam filmlerinden biri değil. Aksine kendi mirasını yaratabilecek yetide. Umuyorum Akademi ara ara yaptığı sürprizlerin kontenjanından birisini bu film için ayırır. Çünkü alacağı her adaylığı ve ödülü sonuna kadar hak eden, 21. yüzyılın belki de en iyi spor filmlerinden biri var karşımızda. Bu arada unutmadan, Ludwig Göransson’un müziklerinin de Bill Conti imzalı Rocky bestesi gibi fenomene dönüşme potansiyeli olduğunu söyleyeyim.
[review]