Eleştiri
Joy
David O. Russell kariyerinin ilk zamanlarında Oscar için film çeken bir yönetmen değildi. Gerçi hala da Oscar’ı düşünerek hareket ettiğine inanmıyorum, ama zamanla meslektaşları bu deli adamın zihnindeki karnavala asimile oldu. Spanking the Monkey ve Flirting with Disaster ile bağımsız sinema çevrelerinin takdirini kazanan DOR elde ettiği başarıların ardından direksiyonu başka bir yöne çevirdi. Fakat Three Kings setinde George Clooney ile yaptığı kavgalar ve I Heart Huckabees’i çekerken Lily Tomlin’e ettiği küfürler internette video olarak yerini bulunca Hollywood’un kötü çocuğu ilan edildi bir anda. DOR’un gördüğü muamele sonrası sektöre küslüğünün bitmesi için 6 sene beklemek zorunda kaldık. Küllerinden doğan ve I Heart Huckabees ile yolunu açtığı dünyanın devamını getirmek isteyen yönetmen işte o günden beri bir başarıdan diğerine koşuyor. Accidental Love isimli felaketi saymazsak (film yıllar evvel çekilmesine rağmen yasal sıkıntılar sebebiyle yeni gösterime girebildi), ticari ve eleştirel bir başarı elde ettiğini söyleyebiliriz Oscar’sız yönetmenin. The Fighter, Silver Linings Playbook ve American Hustle’dan sadece bir tanesine tam anlamıyla tahammül edebilmiş olsam da David O. Russell çenebaz karakterlerinin doldurduğu evrende sınıf atladı kim ne derse desin. Kaostan beslenen senaryoları, aynı oyuncularla birkaç kez çalışarak kurduğu kuvvetli bağ bu deli dolu, yer yer megaloman adamın sinemasında kemikleşti. Joy, “Hayır, artık çılgın karakterlerimi bir kenara koyuyorum.” diyen David O. Russell’ın bizi kandırdığının bir başka kanıdı. Yine volümlü saçların sponsorluğunda bu dünyada yaşadığına ikna olmakta zorlandığımıza kadınlar ve adamlarla dolu bir hikaye. Lakin bu sefer American Hustle’dan bile daha dağınık, ne istediğini hakikaten bilmeyen bir filme imza atmış DOR. Bu sebeple de Oscar sezonundan dışlanmasına şaşırmamalı.
Dediğim gibi Joy, David O. Russell’ın bizi alıştırdığı karakterlerin yine gün yüzüne çıktığı bir hikaye. Miracle Mop adındaki domestik keşfin sahibi Joy Mangano’nun ve etrafında başarı hikayelerine imza atmış pek çok kadından esinlenerek ortaya potpori bir canlı çıkarmış. Eşinden boşanmış olan Joy hanım kızımız, tüm gününü alan aile problemlerini bir kenara atıp günün birinde temizlik aletlerinin tarihine geçecek bir icatta bulunuyor. Ardından da başarının hem pozitif, hem de negatif etkilerini Joy’un hayatındaki tüm katmanlarda görmeye başlıyoruz. Hayallerini gerçekleştirdiği için ona tahammül edemeyen üvey kızkardeşi, kendisinden başkasını düşünmediği için sürekli Joy’un ilerlemesini engelleyen annesi ve belayı çekmekte uzman babası bir kenarda dursun iş yaptığı insanlar, eski eşi vb. pek çok karakter bu uzun yolda bir şekilde Joy’un pembe balonundan hava kaçırıyorlar. Yani özetle yine keşmekeş, yine kaos, yine bolca gürültü ve laf salatası.
American Hustle senesinde de aynı şeyleri söylemiştim diye hatırlıyorum; ben çoğu zaman David O. Russell’ın ne yapmak istediğini anlamakta güçlük çekiyorum. Kurgu masasında muhtemelen 10-15 saatlik materyali ayıklamak zorunda kaldığı için hikayenin kilit noktalarını filmine eklemeyi mi unutuyor, yoksa hakikaten iyi bir senarist olduğuna kendini inandırdığımız DOR’un fikir fabrikası sadece hızlı konuşan kadınlar ve Bronx aksanlı adamlardan mı ibaret? Ve bir de her filminin bir öncekinin spin-off’u olduğunu düşünmeden edemiyorum yarattığı insanlar birbirine çok benzediği için. Kimi zaman kırılgan tarafları ağır basıyor, kimi zaman ise çelik gibi sinirleri. Ama özünde hepsi seri üretimin mahsulleri gibi. Tabii bir de kısa bir süre içerisinde Film Twitter Türkiye efsanesine dönüşen kurgu problemi var. Bu kurgu problemi olarak adlandırdığımız sıkıntı bana sorarsanız başladığı küçük hikayeleri bir nihayete ulaştırmadan yeni bir şeye heveslenmekten kaynaklanıyor. Saturday Night Live’da da her hafta sayısız skeç izliyoruz. Fakat tıpkı American Hustle gibi Joy da birbiriyle olan bağı sadece ana karakteri olan sayısız sekansın kronolojik bir sırayla birleştirilmesinden ibaret. Kaldı ki David O. Russell’ın son beş senede Oscar almış her kurgucuyu sırayla masa başına oturtması da tesadüf değil. Muhtemelen tekrar tekrar editlenen filmindeki sorunların o da farkında.
Peki Joy neyi amaçlıyor? Kadın sorunlarından nemalanmayı. Evet, Hollywood’da son birkaç senedir önemli bir mesele haline geldi kadınların gördüğü muamele. Erkek yıldızlardan daha çok para kazandıran sayısız aktris olmasına rağmen ne doğru düzgün başrol yazılıyor, ne de aldıkları maaşlar arasında bir eşitlik var. Hatta 35’ini geçmiş her aktrisi direkt çöpe atmayı seven, 35 yaş üzerine rol yazmayan bir endüstri bu. Joy’un David O. Russell tarafından bugüne kadar yapılmış en samimiyetsiz film olması da sırf zeitgeist kılığına bürünüp, bir ucundan güçlü kadın hikayelerine ben de katkı da bulunayım mantalitesi yüzünden. Halbuki DOR önce kendi burnundaki pisliği temizlemeli. Jennifer Lawrence’a yaşından büyük roller vermesi katkıda bulunmak istediği o koca aktivist havuzuna küçüğünü yapmasından başka bir şey değil.
Jennifer Lawrence’ın Silver Linings Playbook’la aldığı Oscar’a muhtemelen benden çok kimse sevinmemiştir. Lakin Hollywood’un yeni ve cool Julia Roberts’ı JLaw, daha yaşı çok küçük olmasına rağmen cepten yemeye başladı bile. Winter’s Bone ve The Burning Plain’de olağanüstü performanslar verdiğini bildiğimden bu ezbere oynadığı kadınlardan başka cevherlerde taşıdığını biliyorum. Fakat David O. Russell ile çalışmak onu köreltmeye başladı. Erkek hegemonyasını hem pışpışlayan, hem de sırf adet yerini bulsun diye orta parmağını çıkaran kadınlardan içimize fenalık geldi. Üzerine yapışan bir David O. Russell elbisesini parçalayarak uzaklaşması lazım. Çünkü yakın planda çekilen meydan okumalı repliklerle dolu sahneler artık JLaw’u aşağıya çekmekten başka bir işe yaramıyor. Performansını kötü diyemem. Lakin ondan daha evvel görmediğimiz bir şey sunduğunu iddia etmek delilik olur. Ne enteresandır ki Joy’da Jennifer Lawrence haricinde adını anmak istediğim başka bir oyuncu da yok. Belki biraz Virginia Madsen, biraz da potansiyeli yüksek olmasına kötü yazılmış olduğu harcanan Diane Ladd ilgimi çekmiş olabilir. Robert De Niro’sundan Bradley Cooper’ına kadar, kadroda geriye kalan herkes figüran muamelesi görüyor.
İçerisindeki yapay pembe dizi sahneleri bile ana hikayeden daha iyi icra edildiği için Joy’u bağrıma basmayı düşünmüyorum. Yalnız Joan Rivers’a selam çaktığı anlarda yüzüme koca bir gülümseme yerleştirdiğini de inkar edemeyeceğim. Neyse, 2015’te bir değil iki berbat David O. Russell filmi izlemiş olduk böylece. Cümleten hayırlı olsun.
[review]