Eleştiri
Alice Through the Looking Glass
| C+ |
Tim Burton’ın deli kızın bohçasına dönmüş kariyerinde yakın tarihten sonunu göreceğim diye taşikardi geçirmediğim tek film Alice in Wonderland. Bu sebeple Burton’dan bağımsız bir devam filmine dönüşen Alice Through the Looking Glass için duyduğum heyecanı mazur görmenizi isteyeceğim. Eski ekibin bir araya toplanıp bu sefer “zaman” ile hem bir birey, hem de kavram olarak mücadeleye girdiği franchise’ın son ayağında yine hikaye anlamına pek bir malzeme yok. Helena Bonham Carter’ın çığlıkları arasına sıkıştırdığı oyunu filmin yarattığı görsel tatmin haricinde göze çarpan tek şey. Ama işte öyle güzel boyuyor ki yarattığı evreni Alice, filmin diz boyunu geçmeyen sığlığı devede kulak kalıyor. Sacha Baron Cohen’e teslim edilmiş saat kulesi, Johnny Depp’in her ayrıntısı saatlerce incelemelik minik evi, her gün Noel mi düşüncesi uyandıran kraliyet sarayı… Yapım tasarımına ablan kurban olsun karşılığı vermelik ilk film 2016’dan. Tabii bir tarafta da Anne Hathaway’in Oscar’ı kazandığında istediğinin bu olduğunu fark etmediği oyunculuğundan korkunç bir enstantane ve süreyi doldurmak adına gelişme kısmında sakız gibi uzatılmış sekanslar var. Öyle ki Alice’in gerçek dünyaya döndüğü her sahnede tempo eksikliğinden sarkıyor film. Sonra herkesin taşa döndüğü görsel efekt harikası mizansen geliyor, ekranın bir köşesinde koca kafalı kraliçe beliriyor ve yine tüm kusurlar unutuluyor. İyi olmadığını bilip de bağrımıza bastıklarımızdan. Evlat olsa sevilmez, aman böyle film düşman başına diye veryansın edemediklerimizden. Vakti doldurur, çabuk unutulur, orası ayrı.