Eleştiri
Always Shine
| B+ |
David Lynch, Robert Altman ve Brian De Palma filmlerinin etkisinde kalmış bir yönetmenin, kamera arkasına 2011’deki Green adlı bağımsızıyla geçen Sophia Takal’ın imzasını taşıyor Always Shine. Perde Caitlin FitzGerald’ın hıçkıra hıçkıra ağlayıp tüm hünerlerini sergilediği bir oyuncu seçmesiyle açılıyor. Gerçekle rol arasındaki kalın çizgiyi çok da efor sarf etmeden koca bir adımla atlayıp filmin genel ruh haliyle ilgili ipuçlarını daha ilk sahneden veriyor FitzGerald. En yakın arkadaşı, aynı zamanda da en büyük düşmanı olmaya aday Mackenzie Davis ise rol yaptığını zannettiğimiz, ama günlük bir diyalogun içerisinden dahil oluyor filme. Aralarındaki farkı onunla tanıştığımız anda anlıyoruz. Bir tarafta hayatı için oynayan FitzGerald, bir tarafta da ondan daha iyi bir aktris olduğunu bildiğimiz ama basamakları tırmanamamış Davis var. İki aktrisin de karşılıklı döktürdüğü bu psikolojik gerilim, ürünü olduğu çarka çomak sokup, eksikliğini çok hissettiğimiz kadın bakış açısından sektördeki etiketlere bolca çuvaldız batırıyor. Fahişe gibi hissetmekten dert yanan, şu an ihtiyaç duyulan bir yüze sahip olduğu için rol bulabildiğini söyleyen kadınlar bunlar. Gittikleri ev de aktrisleri birbirine düşman edip yalnızlaştıran, onları gerçek hayattan izole etmek isteyen koca bir endüstrinin prototipi aslında. Ve kimseyi de yeni bir kimlikle kabul etmeyen, geleni gidenin yerine yerleştiren düzenle tüm genleri uyuşuyor. Sözlerin azaldığı, bakışların konuştuğu kısımlarında daha bir haşmetli hissettiren film adı televizyon izleyicisi tarafından bilinen iki başrol oyuncusuna bolca hareket alanı sunuyor. Eşitlikten fazlasını istemeyen kadınlara hâlâ ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapan canım 21. yüzyılın süslü bir alegorisi de denilebilir. Campy olmaya biraz daha cüret etse yapabileceklerini tahmin bile edemiyorum. Ama böylesi bile zevkten dört köşe olmaya yetecek kadar cilalı.