Eleştiri
The Killing of a Sacred Deer
Taklit kabul etmeyen, alışılagelmişin dışında kâbusların üretici ve uygulayıcı fikir fabrikası olarak Yorgos Lanthimos karabasanlı, kural kitabı benzersiz filmlerle dolu portföyünü kabartmaya devam ediyor. Toplumun en küçük birimi aileyi zemmetmeye kariyerini ithaf eden yönetmen, The Killing of a Sacred Deer’da da dört tarafını delilik sarmış bir manzaraya davet etmiş izleyicisini. Aristokrat, eğitimli, çekirdek birliğin Lanthimos’un sıfırdan inşa ettiği realitenin içerisinde tarifi olanaksız bir sınava tabi tutulmasına alıştık zaten. Çağdaş fakat iletişimin sıfıra yaklaşmasından dolayı muhafazakâr hayatları, evin babası tarafından geçmişte yapılmış bir hata yüzünden çıkmazlarla dolu bir yola giriyor. Sonrası manevi engellerin fiziksele evrildiği, nekrofiliden istismara kadar her uygunsuzluğa ekmek banan bir Lanthimos kasırgası. Deneyimlemeden anlaşılamayacak olaylar bütünü Eyes Wide Shut gibi başlayarak (Kıvırcık Nicole!), en nihayetinde Haneke usulü Funny Games’e uzanıyor. Her janrın başlığı altında bir tansiyon oluşturabildiğini çoktan kanıtladığı için burada da inanılmaz eforsuz bir biçimde, zaman zaman Yunan mitolojilerinden makas alarak sağlam bir temel üzerine kuruyor gergin tellerini. Yalnız anlamlandırdığı tersliklerin dışında da yolunda gitmeyen bir şeyler var sinemayı kurtaracağına inandığımız Yunan beyefendinin son oyunbazlığında. Lanthimos, onu sevmeyenleri haklı çıkarırcasına ziyaret ettiği temaları tekrar tekrar kazıyarak gimmick ekonomisiyle iş gören bir anlatıcı durumuna geçiyor. Özünde itibarsız kurumun temeliyle, yüz yüze diz dize söylenen yalanlarla, olağanlaştırılmış adap ahkamlarıyla bir sıkıntın var, anladık. Peki ya sonra? The Lobster’ın son çeyreğinde yorgun düşüp kendi içinde yarattığı matematiğin dozaşımına uğradığı o hissedilen tekerrür, sanki Colin Farrell’in otelde eşini bulup sırf aralarındaki tek ortak nokta meslekleri olduğu için evlendiği Nicole Kidman’la karşılıklı boy gösterisi yaptığı filmin açılışında işleme geçiyor. Hayır artık bu cinnet hâli bitsin, öykücükleri aşırılığından arınsın isyanı da değil benimkisi. Altını doldurduğu kovandan çıksa mı artık sorusu geliyor akıllara sadece. Yoksa kan akıtan gözlere, canı canla kıran kefaret ahlakına, haddini aşan toy içgüdülere kredimiz sonsuz. Bir taraftan da basit bir o piti piti sahnesinde diken üstünde oturttuğunu getiriyorum aklıma. “Bu adam daha iyisini yapmıştı.” bir eleştiri biçimi olarak kabul görmeyeceğinden müşkülpesentliğime savuruyorum. Tekinsizliğine, korkunç kaderi normalleştirmesine, geniş çaplı çekimlerde nereye bakacağınızı bilemediğimizden sebep belirsizliğine, her şeyden üstün doğanın insanı kullanarak oynadığı oyunlara, tuhaf şiddeti ters istikamette yol alıp fazlaca kullanmasına rağmen banalleşmemesine tepkisiz kalamıyorum. Kırık acımasızlığı zamanla büyüyecek içimde demek ki. Önce bu da mı benzer bir çıkmaz diye kızıp, sonra kürkçü dükkanına geri döneceğim. Tabii ben yine de bir tampon görevi görsün diye Lanthimos’un yeni bir okyanusa dalmasını can-ı gönülden istiyorum. Bu kadar şiddetli bir şekilde arzu ettiklerimden vazgeçmemem de kıvrımı bol beyninden nasıl bir varyete çıkacağını görmek istememle alakalı olsa gerek. O gün elbet gelecek!
Fesat Mukayese: Home Alone > The Killing of a Sacred Deer