Eleştiri
Colossal
Anne Hathaway’e yetenekleri sınırlı olduğu için değil de sırf Oscar’ı aldığında sahneye çıkıp “It came true.” dedi diye dünyayı dar etmemizin dördüncü yıl dönümüne girerken şunu fark ettim, bu nefret bulutundan uzak kalabilmek için hep hafif, yağsız ve tek lokmada yutulabilecek filmlerde rol almayı tercih etmiş Les Miz’den beri. Colossal, kağıt üzerinde güle oynaya izlenebileceğine ikna eden, ondan görmeye alışık olmadığımız yeni bir sığınak. Orta halli filmografisinin son halkası, açılışını 2016’nın Toronto’sunda yapan Colossal. Film üç birey arasında gidip gelen aşk üçgeni, 11 bin kilometre öteye tezahür eden bir canavar ve karanlık mizahıyla türler arası sörfe yeni bir anlam kazandırıyor. Ama daha da derinde, dağılmış hayatının parçalarını ararken bir başka yabancıyla hayatı kesişip yeniden filizlenmeye başlayan ana karakterinin deneyimlediği felaket senaryoları sağolsun, duygusal ve fiziksel istismardan, kadınlara yöneltilmiş testosteron kokulu kontrol budalalığından dem vuruyor. Toplumsal cinsiyet politikalarının çirkin parçaları hakkında zarif bir espri anlayışı, deneyimle sabit bir bilgeliği var yönetmen/senarist Nacho Vigalondo’nun. Kadın bakış açısının önem teşkil ettiği bir filmde, başarısızlıkların bataklığında kurtuluşunu arayan, fazla olanı atarak onu aşağıya çeken ağırlıklarından kurtulmak için önce yaşayıp empati ihtiyatlarında dirsek çürüterek anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan karşı cinse mensup bir bireyin kaptanlığı üstlenmiş olması dikkat çekici. Nitekim taciz ve istismara varan, ama benliğinden nefret ettiği için gördüğü muameleyi de kendine reva gören kadın karakterinin kafa yapısını filmin felsefesi hâline de getirmemiş. Tehditkârlığı, öyküsünü anlatırken zaman zaman absürtlük bazlı dağınık olma durumundan da istifade edebilmesiyle alakalı. Yalnız kadınları zeki oldukları için şeytanlaştıran anlayışa inat bu çirkin tasviri erkek egemenliğinin varlığı inkar edilemeyecek özgüven eksikliğiyle resmedip koşulları eşitliyor. Tabii kalkıştığı pek çok ağır ve dolambaçlı meseleden alnının akıyla çıkmasına karşılık Vigalondo’nun lineer olmamak adına, dünyanın öbür ucundaki devasa bir canavar ile bağı olduğunu fark eden ana karakteri varken, ikili kadın – erkek çatışmalarının sığ satırlarına da el atmaya çalışması Colossal’ın odak noktasını kaybetmesine neden oluyor hiç şüphesiz. Ve ben biraz da oyuncu seçimlerinin genel manzarayı baltaladığını düşünüyorum açıkçası. En nihayetinde absürdist ve modern bir ağıt olarak nitelendirilebilsek de filmi izlerken Anne Hathaway ve Jason Sudeikis’in cebinden oynadığını, muhtemelen de üzerine pek kafa yormadıkları için senaryoyu düşünmeden ezber yaptıklarını hissedebiliyoruz. Ben biraz işi abartıp, Hathaway’in “Aaa evet, klavye delikanlıları bana da saldırmıştı. Kadına şiddetin her türlüsüne dur demeliyiz!” diyerek anlatıyı çok çiğ bir yerinden tuttuğunu ve bu bakış açısını ilişkilendirilebilir bulduğunu da düşledim. Galiba bu da Colossal’ı fikir formundayken daha çok beğendiğimi ve uygulamada dönüştüğü yapay girdabı üzerine kafa patlatılmaya değer bulmadığım anlamına geliyor. Ne acıdır ki pofuduk tercihlerinin yanında içeriği ağır sayılabilecek Colossal’ı iyi değerlendirememiş Bayan Oscar’ı-Alacağımı-Biliyordum-Ama-Duramıyorum-E-O-Zaman-It-Came-True. Ah altın cilalayacağına birkaç okumayla kendini geliştirebilse zaten şu küçük kafalı Hollywood kişilikleri…
Fesat Mukayese: Evolution > Colossal