Eleştiri
Lady Macbeth
19. yüzyılın Rus romanlarını andıran bir materyalden uyarlanmış Lady Macbeth, tiyatrodaki işleriyle tanınan William Oldroyd’un beyazperdede bir uzun metrajlı için kamera arkasına geçtiği ilk yapım olma özelliğini taşıyor. Her ne kadar tekst Slavların edebiyattaki ahlakına yakışsa da içerisinde Jane Austen, William Shakespeare, Charles Dickens gibi fazlasıyla İngiliz ilham kaynakları mevcut. Minimalist estetiğine rağmen esin bolluğu göz önüne alındığında içeriğinin çok yönlü ve maksimalist olduğu kabul edilebilir. Bir yerden başlayacak olursak… İki ırklı yasak bir ilişkinin ışığında Kuzey İngiltere semalarında daha başlamadan bitmiş bir evliliğin resmi çiziliyor önce. Evin beyi tam anlamıyla ruhsuz, kendini işine adamış ve hânesinde olup bitenden habersiz, hatta neredeyse iktidarsız iması yapılan bir adam. Hanımı ise saf feminist tasvirlerine yakışacak bir yere doğru yola çıkmış, ataerkillikten sıtkı sıyrılmış, kendine güvenini zamanla ve deneyimle kazanan şehvet dolu bir kadın. Ardından evin hizmetçisiyle aynı ten rengine sahip olduğuna dikkat etmemizin istendiği bir kişi, birlikteliğinden tat alamayan leydimizin korku ve öfke uyandıracak bir keşmekeşin içine daldığı Sebastian giriyor portreye. Bu hareket üzerine güçlü olanın kontrolü ele aldığı ev hiyerarşisinde yarattığı depremlerle sakin bir gerilimin pimi çekiliyor. Sonrası da mübadelenin en hakikatlisi işte. Yalnız çok da acılı bir çırpınış öyküsü saklı filmin kalbinde. İstediği sevgiyi göremeyen kadın, elindekinin de değersizliğinden içine düştüğü karanlıkta içgüdülerini dinlese de sanki her şeyi dikkat çekmek için yapıyor gibi. Fakat bilinçsizce atılan ilk adımı, onu zamanının ilerisinde bir savaşa sürüklüyor. Siyah adamı özgürlüğüne kavuşturan, bacaklarının aralarını tokuşturup dünyayı kurtaran bir çiftin hikâyesi gibi düşünülmesin. Aksine statüler tiksinçliğini korumakta. Aralarındaki romans efendi – hizmetçi matematiğinden fazlasına sahip değil, ki aksi olsa Lady Macbeth yatağına aldığı sevdiceğini kaçınılmaz sona sürükler mi zaten? Bunu hesaba katıp bir de üzerine dikkatimizi başka yöne çekmeye çalıştığını düşününce küçük düşürücü eylemlerinden vazgeçememesi filmin pasif agresifliğini bir kat daha çekici kıldı benim için. Deforme olmuş kahramanlarıyla giriştiği maceralar, toplumsal riyakarlıklara sus payı vermek yerine kadın istediği takdirde olabilecekleri hatırlatarak uçurumun kıyısına sürüklemek için var. Hem içine kapanık, hem de bir o kadar gösterişçi bir haykırış. Cinsiyet politikaları hat safhada hükümdarlığını sürerken çok da leziz performanslar izlememize ön ayak oluyor tabii Lady Macbeth. Bilhassa başroldeki Florence Pugh’un hipnotize edici yeteneği karakterin dayanıklılığına cuk oturmuş. Toplumun kadına biçtiği rollere savururken kadrajdan çıkmasın diye yalvartacak kadar büyüleyici. Viktoryen trajedinin bağlayıcı elemanı, karakter çalışmasının değerini artıran en önemli faktör diye de düşünülebilir. Demem o ki, berraklığına rağmen ketum olabilen Lady Macbeth’in metanetli mesajı kulak kesilmeyi hak ediyor. Oldroyd’un tiyatrodan kalma alışkanlıklarını bu anlatıya yaklaşırken çok da uzak bir yere bırakmaması, işleyişte biçimsel bir tümsek oluşturmamış neyse ki.
Fesat Mukayese: Lady Macbeth > Anna Karenina