Eleştiri
The Divine Order
Akademi gösteriminde aldığı pozitif reaksiyonlar sonrası izleme listemin üst sıralarına taşıdığım The Divine Order, Batı Avrupa’nın Suffragette adındaki 2015 tarihli yapıma cevabı denilebilir kısaca. Çağdaş bildiğimiz toplumlarda kadınların seçme haklarına ne kadar geç kavuştuğunu kapanıştaki jeneriğine saklayan Carey Mulligan’lı film sonrası, İsviçre listenin sonlarına doğru adının belirmesi sebebiyle şaşkınlık yaratan ülkelerin başında geliyordu. Bunu fırsat bilen birileri de oturmuş, hazır dünyanın ipleri nihayet kadınların eline geçmek üzereyken 1971’e kadar oy vermek için sandığa gidememiş kadınların haklı uyanışını hikâyeleştirmiş. Buraya kadar bir sıkıntı yok. Bıraktım günün ruhunu yakalamasını, istedikleri için savaşan, mücadele eden karakterler pozitif bir mesaj veriyor en nihayetinde. Yönetmen/senarist Petra Volpe, her kesimi temsilen birkaç kadın seçip merkeze de baştan çıkarıcı kozmopolit hayatından bihaber, talep etmenin ne olduğunu yeni yeni öğrenen birini yerleştirmiş. Muhafazakar ev hayatının, sınırları zorlayan aktivistliğe evrildiği noktaya kadar bu anî ve mizahi başkalaşımın sütünü iyi sağdığı bile söylenebilir. Ama ağdalı drama ve neredeyse trajik komedi arasında kurduğu dengede emsallerinin taklidini yapmaktan da öteye gidemiyor The Divine Order. Onu bu kadar eksantrik kılan yegâne etken dil bariyeri. Çok da aşina olmadığımız coğrafyalarda sokaktaki insanın nasıl konuştuğunu pek de önemsememizi buyuran Avrupa çıkışlı kendini iyi hisset filmlerinde olduğu gibi aman ne olacak canım, plastik protestomuza dahil olun, ekran karardığı anda unutacağınız isyancı ruhumuza he deyin yeter anlayışı bâki. Dişi bireye dair tarihten mühim ve hatta yaralayıcı bir sayfayı kurcalarken cinsel siyasetini kadın bakış açısına göre şekillendirmesine de amenna. Canlı canlı, yetmişlerden miras renkleriyle sevişme eylemine bile örneği az bir noktadan yaklaşabiliyor pekâlâ geminin kaptanı hanımlar olduğu için. Fakat tüm endüstriler dahilinde hep ikinci plana atılmış cinsiyetin temsilcileri bir araya toplaşıp, hem toplumsal hem de bir o kadar özel bir öyküyü perdeye taşıdı diye kaşına gözüne bakmadan alkışlama meselesi de 21. yüzyıl eleştirmenliğinin kanayan yarası. Politik doğrularla beğenilerin çakıştığı noktalarda hep galip tarafta yer almanın bir anlamı yok. Hele ki The Divine Order gibi, yüzünü okyanusun diğer tarafına dönmekten boynu tutulmuş zoraki bir ciddiyetsizlik abidesi mevzubahis iken. Verdiği o sahnelenmişlik hissi, sosyal bir belgesel-drama muamelesi görmek isteyen The Divine Order’ın amacını baltalıyor. Saf bir duygusu yok kalbinde. Bakın bizim ulusumuzun mazisinde utandıracak böyle böyle bir fecaat var demekle yetinmiyor, ben bu fecaati anlattım ve şimdi de siz beni çok bilinçli olduğum için alkışlayacaksınız diye yakanıza yapışıyor. E bu samimiyetsizlik kadını, siyahı, oralısı, buralısı fark etmez hep üretim sürecinin bir köşesinde dillendirilmeden yaşatılacaksa bizler de inatla bunlara tok numarası yapıp, açlığımızı haddini bilenlerle ayıracağız. Yazının başında belirttiğim “Akademi gösterimi iyi geçmiş.” notumu da tekrar hatırlatayım ki, körlerle sağırların birbirlerini nasıl da güzel ağırladığını iyice belleyin, akrabalıkları afişe olsun.
Fesat Mukayese: Suffragette > The Divine Order