Eleştiri
Crown Heights
Bağımsız Ruh Ödülleri’nden aldığı En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adaylığı sayesinde izleme listelerimize sızan Crown Heights, beyazperdede sayısı yeni yeni artmaya başlayan yarı belgesel filmlerin bir yenisi. Her ne kadar kurgusal yanı ağır bassa da iyi temsil edilmemiş tarihlerinin yüz kızartan sayfalarını belli bir yere kadar akademik bir dil ile taşıyıp ardından ajitasyon musluklarını açan, kimi taşyapıt kimi vasat filmler sürüsünün yönünü şaşırmış son temsili de denilebilir. Film seksenli yıllarda hiç karşılaşmadığı bir genç çocuğu öldürmekle suçlanan ve yok yere 15 yıl tutuklu kalan Colin Warner’ın gerçek öyküsünü anlatıyor. Daha önceki ufak tefek ceza kayıtları için, çoğunluğu beyaz bir jüri tarafından daha evvel tanışmadığı şahitler yüzünden apar topar hüküm giydirilen Colin’in hikâyesi Amerika’da günümüzde bile geçerliliğini korumakta olan sosyal adaletsizliğin en çıplak örneği esasında. Ve yönetmen/senarist Matt Ruskin, Warner’ın üç farklı Amerikan başkanının yönetimi altındaki savcılıklarla savaşını da belli belirsiz epizotlara bölerek kamunun renkli tenli parçasına gösterilen inançsızlığı tüm prosedürlerine kadar işlemeye gayret ediyor. Bu uzun süreçte hak etmediği cezasını çekerken içine düştüğü sistemin ona buyurduklarına karşı tek başına ayakta durmaya çalışan, kimi zaman işkence gören adamın öyküsü çoktan bitmiş ve belki de hiç var olmamış bürokrasinin masum adamı bile nasıl yutmadan tükürdüğünün en şiddetli temsili. Fakat ana karakterinin özellikleri sebebiyle aktif empatiye de mahal veren Crown Heights’ın ders kitaplarından hâllice üslubu anlatıyı tek bir ümmete harcayarak, içerisindeki insan faktörünü tamamen ortadan kaldırıyor. İsimler ve duygusal dönüm noktalarının eksikliğiyle alakalı bir durum değil bu. Sadece kameranın arkasında kendini mesaj verme kaygısına teslim etmiş bir zihin var. Dolayısıyla acı çeken, titreyen, dayak yiyen, aç kalan, yalnız bırakılan Colin Warner’ın hapisanedeki kan dondurucu deneyimleri değil, filmin finalinde iki cümleyle ifade edilmiş korkunç gerçek seyirciyi tek başına savunmasız bırakabiliyor. Peki o zaman hikâye anlatma sanatının inceliği nerede? Crown Heights’ı tarihle ilgili hakikatleri eksiksiz bildirmekten başka özel kılan bir şey var mı? Bu kendini çok ciddiye alma sorunu da değil, ki böyle bir meseleyi alelade perdeye taşımak da mümkün olmazdı zaten. Sadece, Matt Ruskin ve benzeri sinemacılar sesi yeteri kadar duyulmamış kesimin yüzünü kara çıkarmamak adına didaktikliği esas bellemiş yol haritalarını tercih ediyor. Kişisel bir katkı yok. Her şey tarih kitabından çıkmış gibi lineer. Politikliği bu adamın yaşamını perdeye taşımasından ibaret. Henüz parmakla suçluyu gösterecek ve bunu yaparken de sistemin tüm parçalarını tarafsız bir biçimde anlatmaya cüret edecek bir sinemacıya rastlayamadık. Sonunda döktüğüm gözyaşının da hatırı olmasa diyecek çok. Lakeith Steinfeld ve erkek kardeşini canlandıran Nnamdi Asomugha’nın öz ehemmiyet kokusu salmayan tiratları da beni biraz yumuşatmış olabilir. En azından suçluluk duygusunu boğazımdan zorla sokmamalarına müteşekkirim.
Fesat Mukayese: Crown Heights > Mudbound