Eleştiri
Detroit
Toy zamanlarımda “Yaşayan en iyi kadın yönetmen” gibi büyük bir yakıştırmada bulunduğum için sosyal medyadaki Film Twitter Türkiye yolukları tarafından uğruna linç edildiğim Kathryn Bigelow, her türlü çirkin karalama kampanyasına maruz bırakılmış Zero Dark Thirty’den beş yıl sonra sinemaya geri döndü. Ve yine kendi topraklarından bir öykü anlatıyor olmasına rağmen, sahiplenecek bolca yönetmen olduğu için, 67 Detroit’indeki kan donduran olayları perdeye taşıyor olması eleştiri oklarının hedefi hâline getirdi Bigelow’u. Ama sahiplendiği ortak tarihin tasvirinde, bam telini iş edindiğinin farkındalığı her saniyede hissediliyor. Aşina olmayanlar için tekrar edecek olursak, bir sene sonrasında tekerrür eden ayaklanmalarla Martin Luther King’in ölümü ile sonuçlanmış sürecin fitilini ateşleyen o karanlık zaman aralığını konu alıyor Detroit. Yasalar eşitliği sağlarken, uygulamaya mahal vermeyen, polis teşkilatının içine işlemiş faşizmin hat safhada olduğu ve çoğunluk tarafından “Uzun, sıcak 67 yazı” olarak tanımlanan bir dönem bu. Bigelow, daha evvel yasadışı fildişi ticaretine dikkat çekmek için kullandığı animasyondaki teknikle önce genel bir bilgi veriyor. Ardından ikinci çeyrekte çirkin bir kaderi paylaşmak zorunda kalacak kahramanlarını teker teker tanıtmaya koyuluyor. Sonrasında da uyduruk bir kurusıkının ateşlenmesiyle Algiers Motel’inde vuku bulan katliamı en ince ayrıntısına kadar nakletmeye başlıyor. Büyük yükselişinde yadsınamayacak kadar çok paya sahip senarist Mark Boal, takıntı hâline getirdiği Irak Savaşı’ndan kafasını kaldırıp hâlâ etkisini sürdüren ırkçılığın kökünü kazımış bu sefer. Tarihsel gerçeklere dayalı anlatısında dramatizasyonlar bile epey ölçülü. Boal akla mantığa sığmayan söz alışverişleri yerine belli ki seyircinin de inanabileceği, kimseyi yüceltmeyen ya da alçaltmayan bir manzara sunmak istemiş. Mesela Will Poulter tarafından canlandırılan, filmin tabir-i caizse kötü adamı Philip Krauss bile aktörün oyunu sayesinde motivasyonları alacalı bir noktaya taşınmış. Kağıt üzerinde ise yaratılan karakterlerin hepsi iyi düşünülmüş bir satranç takımı kıvamında. Herkesin devinim mesafesi sınırlı ve onlara uygun görülen tutumları göstermek için belirip, hikâyedeki yerlerini alıyorlar. İşte sorunların kaynağı da tam olarak burası diye düşünüyorum. Asla kapanmayan sosyal bir yaranın 50 yıllık geçmişini araştırmaya temkinli bir şekilde gitmesine diyecek söz yok. Yalnız Detroit çok hesaplı ve ayrıca samimi çabası post travmatik parçalanmaların realist bir röntgenini çekebilmek için var edilmişken, kurgusalın borusu gereğinden fazla ötüyor. Üstelik Bigelow filmi sarkıtıp, yarım saat geç bitirmiş. Milim oynatılmadan tam ortaya yerleştirilen kanlı eziyetin sona erdiği noktada klasikçi toplum biyografileri gibi meselesini politik tarihin bürokrasisiyle uzatma gayretine girişiyor. Halbuki kendinden olmayandan korktuğu için sayıca fazla olmasının, devlete bağlı kurumların elinde bulundurmanın gücüyle şiddete başvuran, insanlıktan çıkan beyaz adam yeteri kadar çıplak ve asap bozucu. Uzun otel sekansının tansiyonunu da Bigelow’dan başkasının aynı ustalıkla taşıyamayacağının bilincindeyiz. Peki bu son perdedeki ihtiyat erozyonu niye? Gerçekten istemli bir fırsatçılık olmadığına inancım tam aslında. Fakat gerçekleri bir tarih kitabı yazarmış gibi sıralamasındaki usulsüzlüğünü de inkâr edemiyorum. Galiba yaşayan en iyi kadın yönetmen iddiamdan uzaklaşıp, yaşayan en istikrarlı kadın yönetmen demeye alışmam lazım.
Fesat Mukayese: Dear White People > Detroit