Eleştiri
Lady Bird
Bağımsızların parladığı 2017’de yılın en çok beğeni toplayan filmi oldu Lady Bird. Hem yönetmen koltuğu, hem de senaryo Greta Gerwig’in izini taşımakta. Daha evvel Noah Baumbauch’un perdeye taşıdığı tekstleriyle bir nevi kamera arkası sınavı veren Gerwig, ilk solo yönetmenlik deneyiminde pek de alışık olmadığımız bir başarıya ulaşıp ne istediğini tam anlamıyla izah ve işaret ediyor. Sacramento’nun renksiz banliyösünün arka fon yerine kullanıldığı bir tabloya, oturduğu yerden kavuşmak istediği standartlara ve statülere ağıt yakan genç bir kız yerleştirmiş önce. Bugüne kadar verdiği röpörtajlara bakarsanız otobiyografik bir hikâye anlatmadığı konusunda ısrarcı. Ama birey olmaya bir adım kala her gencin tadına baktığı o çalkantılı süreci sanki hiç zahmet göstermeden ete kemiğe büründürmüş gibi hissedebiliyorsak eğer, yüzde yüz örtüşmese bile Gerwig’in bu öykünün bir yerine gizlendiğini düşünmemek imkansız. Tünelin sonunu göremediğimiz, nasıl akıp tükendiğini idrak edemediğimiz, geçmiş ile geleceğin nihai buluşmasının yaşandığı o dönemece tezgahını kurmuş olması bile kişiselliğini ele veriyor Lady Bird’ün. Ve çok da uzak olmayan bir dekata dönüp nostaljiyi bir araca dönüştürmeden, acayipliklerin optik aldatmacalara mahal vermediği bir yerden bakıyor dünyaya. Daimi sevgiden sebep acı ile tatlı uçlarda gidip gelen ebeveyn – çocuk ilişkisini, öpüşmek ve sevişmek gibi fiziksel açlıkları su yüzüne çıkaran hormon patlamasını, aidiyet duygusunun ne olduğunun anca yitirişlerde fark edilmesini, istenilenle ihtiyaç duyulan arasındaki farkı görmüş, geçirmiş, ununu elemiş, eleğini asıp olanla bitene bir sigara yakmış Gerwig. Hüzünden beslenen toyluğunu da pirüpak neşeye bulamış. Açtığı eski defterlerin hissettirdikleri kelimelerle ifade edilemeyecek kadar güçlü. Tanıdık bir sima, bir resim, bir kokuyla harekete geçer ya beyin hani, işte hatıralar defterinin en çok yer kaplayan zaman aralığından belli başlı yaşanmışlıkları birleştirip, büyük bir çözüm anına bağlamadan servis ediyor ve yaralarımıza tuz basıyor âdeta. Birebir mukayeseden uzak olsa bile anılar, çarpışmanın tarafları hepimizin özgeçmişinde aynı. Yetişkinlik karşı cephede göz kırpıyor, elindekilerin tadına varmak için zamanı kalmadığını fark eden yeni yetme –mışlarımız da bu tarafta nefes kesen bir karın ağrısıyla cenin pozisyonuna geçmiş çarpışma anını bekliyor. Kızıyorum bazı bazı aman gazeteci olmayan bu filmi anlamaz, aman işte bilmem nereye gitmeyen bu öykünün tadına varamaz diyenlere; ama Lady Bird de büyümeyen ve büyüse de duygusal hafızaya has bir bilinçlilikle o metcezire dönüp bakamayana hiçbir şey ifade etmeyecek muhtemelen. Laurie Metcalf’in çözümü bir stereotip olmaktan uzak sahnesiyle devleşen performansına, filmin güldürüyle paslaşan mizansenlerinin kurgunun hızıyla keskinleştirmesine, 2000ler’in ilk yarısını cisimlerle değil de tavırla yaşatmasına bilahare methiyeler düzmek de şart. Ama iyisi mi sana 5, buna 10 puan muhasebesine girişmeyip bağladığım o zatî perspektifle yazıyı kapatmak. Yalnız şunu da söylemezsem aklım kalır, Lady Bird’ün Call Me by Your Name ile aynı seneye denk gelmesi pek manidar. İkisi de dünya üzerindeki günlerimiz arttıkça unuttuklarımızı en direkt yoldan ve bir o kadar da üstün bir dille hatırlatıp duru damlacık çeşmelerine yürü ya kulum diyor. Hiç bitmesin hissiyatları da baki.
Fesat Mukayese: Lady Bird > Juno
Merve
29 Aralık 2017 at 13:52
Saoirse Ronan’ın filmdeki oyunculuğu hakkında ne düşünüyorsunuz? Ve kadın oyuncu tahminlerinizden ilk 5 teki 4 tanesinin filmini izlediniz sanırım favoriniz hangisi?
Umur
29 Aralık 2017 at 22:39
Rol büyük oynamasına pek izin vermiyor Saoirse Ronan’ın. Aslında hep ekonomik tercihler yapan bir aktris ama ben başrolde olmasına rağmen Lady Bird’ün Laurie Metcalf’e emanet olduğunu düşünüyorum. Ha ama izlediğim dörtlü arasında favorim açık ara Ronan, orası başka.