Eleştiri
The Greatest Showman
Hugh Jackman’ın uzunca bir süredir perdeye taşıma gayreti gösterdiği müzikal formattaki P.T. Barnum biyografisi The Greatest Showman’ın startını verdiği noktaya yakın bir yerde can alıcı bir sahnesi var: Hayvan zulümünün dünya üzerindeki bir numaralı yüzünü şansı yaver gitmemiş fakir ama gururlu ve hırslı bir adam olarak resmeden Jackman, en az Ratatouille’deki Anton Ego kadar karikatürize eleştirmenle yüz yüze gelip sırf kendi şovunu beğenmediği için neşesiz olmakla suçluyor tenkiti meslek bellemiş adamı. Yani, The Greatest Showman’ın söylediği açık ve net: Eğer bu filmi sevmiyorsanız, müzikalleri ve tiyatroyu da sevmediğiniz gibi mutsuz bir bireysiniz demek oluyor. Fakat göğe dokunmak, yıldızlara çıkmak, gökyüzü, ay, maviş, hepimiz kardeşiz anahtar kelimeleriyle Benj Pasek ve Justin Paul’un bundan evvel yazıp bestelediği müzikallerin (La La Land ve Dear Evan Hensen) ana temalarına öykünen The Greatest Showman, ilgi kotası iki havai fişekle sınırlı küçük çocuklara hitap edecek kadar kafasız. Üstüne üstlük bu noksanını da görmezden gelip kendince politik birkaç mesaj fırlatmaya çalışıyor. CGI ve seslendirmeyle “normalleştirilen” cücesi, siyahi olduğu için toplum tarafından dışlanan kadın karakteri neredeyse beyaz bir aktrise emanet etmesi, Michelle Williams’ın yanak kaslarına felç indirecek uyuşturulmuş mutluluğuyla evdeki artık malzemelerden çorba yapmış sanırsınız. Sakallı kadın tıraş olmuyor, albino kız bembeyaz giyiniyor diye üzülüp ele ele tutuşacaksınız önden buyrun tabii. Benim aldığım tat, hani 23 Nisan zamanı elişi kağıtlarını katlayarak çocuk figürü şeklinde keserler de akordiyon gibi açıp kapıya bacaya asarlar ya, tam olarak o! Modern müzik anlayışını, ait olmadığı bir yüzyıla taşıması haricinde komplekslerinin kurbanı olmuş Barnum’un hikâyesinde ilgimi çeken tek bir nokta yok. Mantıksızlıklar denizi de pek yardımcı olmuyor, sağolsun. Kızlarından birinin minik hayalini gerçekleştirmek için (bir çift uyduruk bale ayakkabısı) bankadan kredi çektiği günü değil de büyük paralar kazanmayı beklemesinin zaman akışındaki manasızlığı ve dünyanın en önemli sesi olarak lanse edilen opera yıldızının Katy Perry balladı söylemesi istemsizce bir komediye dönüştüğü anlarda en azından kahkaha attırıp biraz seyri kolaylaştırdı bendenize. Hugh Jackman’ın inemediği tizler, çıkamadığı peslerde de hep bu curcunanın fiziksel yeterliklerine göz attım. Malum, kızının gösterisine file binip giden Barnum kıtlığını göz bebeklerimizi hedef alan avuç avuç sim ve konfetiyle unutturabilirlerdi anca. İnkâr edemeyeceğim tek becerisi gerçek dünyadan seyircisini biraz uzaklaştırabilmesi zaten The Greatest Showman’ın, her müzikalde olduğu gibi. Sentetik kokusunu kapıları açtığı anda alsanız da bangır bangır şarkılar çalar, birbirinden tuhaf karakterler tepinirken salonu terk etmediğiniz müddetçe ne bu gürültü diye ekrana bakmamak imkansız. Yazık, şimdi bu filmin tahammül edilemez olduğunu düşündüğüm için o bahsini ettiğim sahnedeki gibi birileri beni de “neşesiz” belleyecek. Ama olsun, damdan düşürdüğü “Bizi birkaç iyi insan sevsin yeter.” mesajıyla oynayıp “Bizi birkaç akıllı insan sevsin yeter.” der, köşeme çekilirim.
Fesat Mukayese: Trolls > The Greatest Showman