Eleştiri
Wonderstruck
Çok sevdiğiniz bir yönetmenin merakla beklediğiniz filmini geçiştirebilecek kadar bile sevememek ne acı. Hele ki filmleri arasına uzun aralıklar koyması sebebiyle ne kadar üstün nitelikli bir vizyoner olduğunu unuttuğumuz, Carol ile hafızalarımızı tazeleyen Todd Haynes mevzubahis ise. Kasıtlı olarak adı sanı duyurulmayan yeni filmi Wonderstruck’da bir değil, birkaç adım geri gitmeyi öğretiyor bu sefer. İki farklı zaman diliminde, birbirine sözde esrarengiz ama daha ilk çeyreğinde çözülen bir bağ ile tutunmuş iki çocuk karakteri takip ediyor film. Martin Scorsese’nin hatırı sayılır bir Oscar başarısına imza attığı Hugo’nun da kaynağı olan Brian Selznick kitabından bir uyarlama. Hatta bu sefer Selznick ipleri eline alıp kendi başına adapte etmiş anlatısını perdeye. 1927 ve 1977’yi Millicent Simmonds ile Oakes Fegley adlarındaki genç yeteneklere emanet eden Haynes, bir tarafta babasının yanından ayrılıp aktris annesini bulmak için New York’a gelen dilsiz bir kızı anlatıyor. Diğer tarafta ise annesinin vefatından sonra hiç tanışmadığı babasına büyük bir hasret duyan ve onu tanımak isteyen bir oğlan çocuğunun evden kaçışını takip ediyor. Tam tersi istikamette hareket ediyor gibi gözükse de aynı duygu pornosunu sırf isimleri, arka plandaki New York manzarasını ve renkleri değiştirerek işleyen bir anlayış hakim. Ve üstüne üstlük dönüp dolaşıp aynı numaraları tekrarlayan Wonderstruck’ın setleriyle büyüleyen kapanışı haricinde kalbe dokunabilecek bir mizanseni olmadığı gibi kendini fazla ciddiye almaktan muzdarip. Haynes ve Selznick oldukça az kelime kullanılmasına dikkat etmiş, ki filmi izlememin üzerinden neredeyse iki ay geçtiği için emin olamamakla birlikte dilsiz kızımızın perspektifinde neredeyse hiç kimsenin ağzı açılmıyor, açılsa da ses çıkmıyor. Dolayısıyla zaten tekdüze numaralarla kötü bir ajitasyon tuzağına dönüştürülmüş senaryoda duygusal bir devinime rastlamak mümkün olmadığından tüm yük Carter Burwell’in melodilerine kalıyor. Bu tercih de filmi film olmaktan çıkarıp, uzun bir video klibe dönüştürmüş. Wonderstruck’ı ille de bir isimle anmamız gerekiyor ise Haynes ve Selznick yerine Carter Burwell’i seçmek daha mantıklı olur. İlkokul Türkçe dersi kitaplarındaki üç paragraflık öykülerden, Tavuk Suyuna Çorba serisinin iyi kalite kağıda basılmış sümük bazlı hikâyelerinden bir farkı yok özetle. Olabildiğince kibarlık etmeye gayret göstersem de melodramın kökünü kazımış bir dâhi olduğu için kameranın arkasında, bu baştan savma, sürprizlerle ayakta kalmaya çalışan, kötü film olmadan evvel kötü bir tekst olarak masanın bir kenarında var olan A4 israfını kutsayacak geçerli bir sebep bulamıyorum. Belki de kan bağı ilişkilendirmesini bir yerinden yakalayabilecek ve filmdeki arayışın bir benzerini deneyim etmiş seyirciye hitap ediyordur sadece. Fakat bambaşka habitatlarda demlenmiş eserlerini de düşününce Wonderstruck hakkında söyleyecek tek iyi bir şey kalmıyor. Julianne Moore bile kendini bırakmış, makyajla, setin ışıltısıyla, dikkat dağıtıcı her türlü etkenle varlığını sürdürmüş, daha ben ne diyeyim?
Fesat Mukayese: The Blind Side > Wonderstruck