Eleştiri
The Wound
Bugünün konuğu Oscar’ın dokuz yabancı finalistinden Güney Afrika’yı temsil eden The Wound. Adayları öğrenmemize bir hafta kala bu kategori hakkındaki fikirlerimizi de toparlama vakti geldi diye düşündüm. Hiç lafı uzatmadan meseleye gireyim… Bilmediğimiz gelenekleriyle, gözlerden ırak coğrafyasının çarpıcı ritüeli üzerinden (bir nevi ve muhtemelen daha acımasız bir sünnet gibi düşünün) toplumun inatla şart koştuğu erkek kimliğini eleştiriyor yönetmen John Trengove. Yalnız lineer bir anlatım benimsemek yerine LGBT bireylerin varlığıyla kişisel özgüvensizliklerin, cinsel büyümenin, kanıksanmış fiziksel ve duygusal şiddetin kırsalı mesken edinmiş sert bir yorumu var burada. Organlarının üzerindeki derinin tamamının kesilmesiyle anlık bir acıya katlanan ve sonrasında da iyileşmek için uzunca bir süre dağ başında “erkek olmaya” ant içip sessizlik nöbetine giren karakterleri ile çağdaş problemlerimizin oyunbaz alegorisini koyuyor sahneye Trengove. Ve attığı çığlığı süslerken de inanılmaz insaflı davranıyor. Anlatısının merkezindeki üç karakterin de toplumun düşünce biçimi olarak farklı bir kesimi temsil etmesinin haricinde şu aralar daha fazla izleyiciye ulaşabilmek adına orta yola yaklaşan queer esintiden de uzakta hareket ediyor. Zaten açılıştaki mini katliam sayesinde hem ad hem de metaforik olarak sıkça kullandığı yarayı bir de seyircisine armağan etmekte. Batılı izleyicinin arzularına sadık kalmak gibi bir savunmasızlığı da yok. Aksine düşebileceği melodramatik tuzaklara büyük bir bilinçlilikle yaklaşıyor. Ve en önemlisi, John Trengove bizim gibi dışarıya kapalı bir kültürden başkalarının beklentilerine karşılık vermeden yaşamak isteyen gençlere çok hakim. Filmin finalinde çok da açık etmek istemediğim bir gerginlik vuku buluyor ve sonrasında da ahlak anlamında taban tabana zıt gerçeklere yüzünü dönmüş masum ile güçlünün çıkmazı bir kendini kurtarma refleksiyle sonuçlanıyor. İşte tam burada Trengove’un gözlem kabiliyetinin hikâyesi üzerindeki izdüşümü saklı. Vahşi doğada kaldıkça uygarlıktan uzak davranış biçimlerine alışan kahramanlarından durmaksızın uçuruma sürüklenenin akla gelebilecek en korkunç çözüm yolunu bile denkleri tarafından aşağılanmaya, dışlanmaya tercih edeceğinden emin. Bir yük, yara olarak özümsediği benliğinin acı çekmesine katlanamayacağını bildiğinden, hem sevdiğine hem de kendine sağlayacağı güven duygusuyla hareket ediyor. Ve tabii bu noktada seçtiği kurbanın filmin açık olarak eşcinselliğini kabullenmiş tek karakteri olması da mühim. Trengove, aynı sonuçlara gebe olmasa da sanki çoğunluğun hoşgörüsüne ihtiyacımız varmış gibi yaşamamızın istenmesinden çığlık atarak bahsetmese de tiksindiğini açıkça dile getiriyor. Bu zihniyetin kendinden farklı olanı yutmaya ve hatta aynı yolda yürüyeni bile birbirine düşüreceğinden şüphesi yok. Bu kadar övgünün üzerine neden bu düşük not deme ihtimalinize karşın, filmin içerik olarak yoğunlaştığı ilk ve son çeyrek haricinde ciddi bir tempo problemi olduğunu söylemem gerek. Görüntü yönetmeni Paul Özgür’ün yakaladığı leziz kareler haricinde aynı temaları tekrar tekrar ziyaret ediyor sanki vaktini doldurmak için. Ama içten ve doğru bir adım LGBT sineması adına. Bir de merak ediyorum, acaba Moonlight’ı izlemiş mi Trengove, The Wound öncesinde. Yoksa suda geçen sahnelerin dikkat çeken benzerliği sadece bir tesadüf mü?
Fesat Mukayese: The Wound > My Own Private Idaho