Dizi Eleştirisi
GLOW (2. Sezon)
#MeToo ve #TimesUp hareketleri dünyanın dört bir yanında farkındalığı artırmış, doğduğu endüstriye fırsat eşitliği anlamında istenilen habitatı armağan etmiş olsa da bu süreç içerisinde alınan ilhamla üretilmiş her sanat ürününün muntazam olduğunu söylemek güç. Öyle ki çok kısa bir süre içerisinde seyircinin iyi niyetini suistimal eden onlarca proje izledik. GLOW’a tam anlamıyla bu yakıştırmayı yapmak istemiyorum; fakat büyük sorunlara sahip ilk sezonunun “girl power” etiketi altında kadın merkezli hikâye görmeye aç kitleye yutturulmaya çalışılmasını da hoş görmüş değilim. Tabii hatalarından ders almış, en nihayetinde devam eden, dişe dokunur bir öyküyü yeni sezonunun ortasına yerleştirmesi gerektiğinin bilinciyle GLOW senaristleri, “Kadın, kadına bunu eder mi?” sualini biraz olsun terk edebildiği için ikinci seriden epey memnunum. Karakterlerini de tanıtabilmiş olmanın verdiği özgüvenle, motivasyonlarla fazla oynamadan yola koyuluyor bu sefer GLOW. Aldatmalar, af dilenmeler, parçalanan dostluklar bitmiş daha inandırıcı ilişkiler alınmış sahneye. Yıllar sonra buluşan tuhaf baba kızın bu yeni bağa adapte olma sürecinden tutun da yaptığı büyük hata yüzünden eşek gibi pişman olmasına rağmen sürekli alttan almaktan bıkan eski dosta kadar, gayet empati kurulabilir cepheler edinmiş kendine. Bir anlık heves için, bir anlık heyecanla dokunulup oynanan ve sonucunda meydana gelen kazanın GLOW mirasına armağan ettiği hastane bölümü de cabası. Kompleks kadın karakterler neden yok isyanlarımıza olursa böyle olur diye cevap veriyor tüm diyalogları ve mizansenleriyle bahsini ettiğim epizot. Sevginin olduğu yerde kızgınlık da var, güvensizlik sadakatin düşmanı olduğu kadar dostudur da haykırışlarıyla döküyor eteğindeki taşları. Biraz daha yolu var tabii birbirinden renkli kadınlarla dolu artistik güreş gemisinin. Geçmişle ilgili bütün pürüzleri ikincilleştirmesi karakterlerin boyutundan eksiltiyor sanki. Geçtiği zaman aralığının tarihi dönüm noktalarında volta atarken haksızlık ediyor kimi zaman hanımlarına, beylerine. Fakat gözle görülebilir ilerleyişinde bir daha aynı hataları tekerrür etmeyeceğinin garantisini almayı başardığımızı düşünüyorum. En azından ilginç olabilmek adına erkek kardeşleriyle dudak bükerek çatışan Carmen ya da kendi kamuflajının esirine dönüşen Sheila yerine bekar bir anne olarak hayatta kalabilmek için her şeyi göze alan Tammé ve Amerika’nın sattığı rüyayı yutmuş Rhonda’yı izledik. Ve itiraf etmem gerek, her ne kadar başrollerde olsalar da GLOW kafasını kaldırıp Alison Brie ile Betty Gilpin ikilisinden başkalarına odaklandığında ilgi çekici oluyor benim için. Bu ikilinin cepten yediği mimikler, bir zirveyi bir yerin yedi kat altını gören problemli iletişiminden zevk almayı çoktan bıraktım. Darısı taş üstünde taş bırakmayacaklarını umduğum üçüncü sezona artık diyorum. Kaldı ki benim burun kıvırdığım ilk sezonla bile Emmy’nin kilit kategorilerine sızmayı başardılar. Gerisi de elbet gelir…
MVP: Kia Stevens (Tammé Dawson)