Dizi Eleştirisi
Orange Is the New Black (6. Sezon)
Formdan düştüğü senelerde bile anlatımda hem cinsiyetler, hem de ırklar arası bir denge sağlayan Orange Is the New Black’i henüz bu tutum moda olmamışken hikâyesini pek çok farklı kültüre taşıyabildiği için kucaklamıştım. Litchfield Hapisanesi’nin bünyesinde barındırdığı kadın sayısı artınca kimseye yeteri kadar vakit ayıramamanın etkisiyle ilk zamanlardaki tesirini kaybeden dizi, başladığı noktaya geri dönmüş altıncı sezonunda. Poussey’nin ölümü, ardından çıkan isyan, ölüm kalım savaşı derken çil yavrusu gibi dört bir yana dağılan mahkumlar arasından en başta tanıştığımız o küçük kalabalığa odaklanıyor: Piper, Alex, Red, Taystee, Crazy Eyes, Daya, Gloria, Lorna, Pennsatucky, Black Cindy, Flaca, Nicky, Maria, Blanca ve Frieda. Daha büyük güvenlik önlemleriyle donatılmış, duvarları yüksek, gökyüzünü göstermeyen bir tutukluluk var bu sefer. Hanımlarımız haberleri olmadan gardiyanların fantezi futbolundan bozma oyunlarının bir parçası olmuş, bir taraftan da yeni kötülüklerle mücadele edip isyan sırasında olup bitenlerin çetelesini çıkarıyor yetkililer karşısında. Dil, din, sosyal eşitsizlik, kadının ve beyaz olmayanın toplum tarafından gördüğü muameleye dair söylemlerini biraz olsun söndürmüş bu sefer. Finale kadar da ağzındaki fermuarı asla açmıyor. Bildiğimiz o oyun alanına geri dönmüş. Tamam artık bu kadar ciddiyet yeter, zaten çoktan şahit olduğunuz sistemli bürokratik şiddetten bir doz verip herkese dünyayı dar edelim demişler belli ki. Saça yapıştırılan sakız, bolca kavga gürültü, çeyrek asırlık intikamlar, hapisane üretimi savaş araçlarıyla Mapusta Hayatta Kalma Sanatı 101’e geri dönüyoruz. Ne de olsa alışıp kolaylaştırdıkları düzenler bozuluyor, yeni birlikler, yeni hanım ağalar alıyor meydanı. İlerisini düşünmeden planlanmış bir ara sezon tadı verse de bu glutensiz, kalorisi düşük, az yağlı molanın Orange Is the New Black’e dair varlığını unuttuğumuz bir parçaya yüzünü dönmüş olmasından zevk aldım açıkçası. Daha az gözyaşı. Daha çok kahkaha. Daha az acı. Daha çok geyik. Tam da Hollywood mesaj verme, doğru imaj sunma kaygısının zirvesine ulaşmışken bu bir geri adım değil mi diye düşünülebilir pekâlâ. Fakat aksine, zaten hep hoparlörleri parçalayacak kadar büyük silleler savurduğu için bu kontrastın Litchfield sakinlerine pek yakıştığını düşünüyorum açıkçası. “When they go low, we go high.” sloganını tersine çevirip siz maksimumla oynaşın, biz zaten o yolları çoktan arşınladık da geri dönüyoruz diye çekilmiş bir nanik olarak bile alınabilir altıncı seri. Unutmadan, finalinin açtığı kapılara da selam edelim. Alicia Florrick misali, yol ortasında full motivasyon değişimi izleyeceğiz belli ki. Zaten bunu yapacaksa da Orange Is the New Black yapsın mümkünse. Jenji Kohan ve yoldaşları gururla sunar…
MVP: Amanda Fuller (Madison “Badison” Murphy)