Eleştiri
Who We Are Now
Kimsenin izlemediği bağımsızların anavatanı Oscar Boy’da, geçtiğimiz Toronto’dan beri festival festival dolaşan Who We Are Now ile bozuyorum bayram tatiliyle gelen suskunluğumu. Televizyonla haşır neşir olduğum günden beri çeşitli yapımlarda yeteneklerinin var olmayan sınırlarını hayranlıkla takip ettiğim Julianne Nicholson eşliğinde eski bir suçlunun tekrardan hayata tutunma ve evladını yanına geri alma mücadelesini izliyoruz. Herkese hudutları keskin bir şekilde çizilmiş roller dağıtan senaryosundaki bir avuç karakterin sürekli yolları kesişirken katman katman sosyal adaletsizlikle, toplumun her kesimine tesir etmiş bozuk ekonomiyle bütün kargaşasına rağmen ilgilenmeyi de ihmal etmiyor Who We Are Now. Fakat esas amaçladığı hiç şüphesiz “gerçek” olabilmek, “gerçek” hissettirebilmek. Öyle ki yönetmen/senarist Matthew Newton, çalıştığı oyuncuları serbest bırakarak hikâyedeki dönüm noktalarına riayet etmelerini şart koşarak doğaçlama yapmalarına izin vermiş. Bunun, vermek istediği “hayatın içinden” hissiyatına katkıyı düşünerek yapıldığı belli. Fakat bu estetiği yağladığı kadar içine giremiyor Newton. Çünkü Julianne Nicholson’a teslim edilen Beth haricinde ekrana taşıdığı insanlar realiteye yakın olmak için ya çok idealist ya da çok çalakalem tarif edilmiş. Kahramanları arasındaki çıkmazlarla dolu diyalogları aşmanız hâlinde ise daha berrak bir yol haritası ile hayatını âdeta sıfırdan inşa eden bir annenin savaşımına göz atmamızı sağlıyor. Tüm olmazlarını bir kenara bırakıyorum, Julianne Nicholson uzunca bir süredir perdede görmediğimiz türden bir oyun sunuyor önümüze. Emma Roberts, Zachary Quinto ve niceleri kameraya bakıp ilgi çekebilmek için var güçleriyle ellerini kollarını sallarken Nicholson yaşanmışlıkların aşındırdığı benliğini masaya bırakıyor. Bazen bir bakış, bazen tek heceli bir nida, bazen de en basitinden bir kaşkolu boynunu sarışında servis ediyor söylemek istediklerini. Ah bu performansın etrafına bir de eli yüzü düzgün bir öykü örülebilseymiş… Neyse ki finale doğru giderek plastikleşen kadersizlikleri bir nebze unutuyor ve tüm dikkatimizi Nicholson’a veriyoruz. Beth’i savunmasız bırakan koşullara rağmen kırılma noktasındaki reaksiyonlarıyla bu yalın oyunculuk tarzını ne kadar özlediğimizi hatırlattığı için bayrakları indiriyoruz. En azından filmin konserve natüralizmi içerisinde elmas gibi parlayan yorumu seyirciyi etkisi altına almayı başarıyor yani. Övmelere doyamadığım aktrisin büyüsünü bir kenara bıraktım, insana ait basit erdemleri hatırlatmak namına da vaaz vermeye soyunmadan bir gözlem için kollarını sıvayışına hakkını teslim etmek şart. Çaresizlikle sınanan ana karakterinin hantal dert külliyatının ortasına bırakılması ısrarla pazarlanan sözde organik ama her tarafı parmak iziyle dolu vahşi şehir hayatına bir sitemden ibaret olmasa yutkunmaya da razıyım. Yalnız içinde kaybolduğu o koca fanusun uğultusunu filtreleyememiş ne yazık ki. Neyse canım, alışığım ben yarım ağız övmelere bu mini mini Amerikan filmlerini birkaç becerisi için. Burada da kanaat notunu devreye sokturan isim belli. Gerisi tüm pasaklılığıyla arz-ı endam etsin, ne olacak?
Fesat Mukayese: Julianne Nicholson > Hepimiz