Eleştiri
Sunday’s Illness
Yeni saklı hazine arayışlarımda yolumun kesiştiği Sunday’s Illness, tabir-i caizse Yorgos Lanthimos’un doğallaştırdığı tuhaflık ile Pedro Almodóvar’ın imza estetiğini buluşturuyor. 35 yıl sonra annesini bulan esas karakterimizin tek bir dileği var; onunla on gününü baş başa geçirmek. Bu garip arzusunu, kendi kurduğu düzeninde bir pürüz yaratmaması için iyi bir hayat süren anne kabul ediyor ve sonrasında da bambaşka spektrumlarda demlenmiş iki kadın aynı çatı altında bu sürece bir anlam kazandırmaya çalışıyor. Fakat sorunlu ilişkinin terk eden tarafında bu kısa tatili bir sonuca bağlayabilmek her şeyden daha önemli. Dolayısıyla yakınlaştıklarını düşündüğümüz her anda birbirinden fersah fersah uzaklaşan ve her seferinde doldurması çok daha güç uçurumlar yaratan bir anne kız izliyoruz. Pişmanlığın, kızgınlığın, sevgiye ve merhamete dönüşmesi için çaba sarf etseler de o soğukluk baki. Göze neredeyse kusursuz gelen Sunday’s Illness, kartlarını erkenden açıp her şeyi ifşa eden bir film değil. Toplumla alakalı problemlerini çözmek için bu anlamsız kargaşanın içine daha çok batmış karakterini çamurla kaplayıp hortumla temizliyor. Gerçi düşündüğünüzde 10 günün sonunda varacağı yeni durak için bir hazırlık olarak da yorumlanabilir bu. Lakin kırsallığın içerisinde nihilist takıntılarıyla yapay olan her şeyi reddeden, hatta yeri geldiğinde içi boşalana kadar kusan yaramazlığında çok daha ezici bir çığlık saklı sanki. Gücünü doğadan alan natürelliğe birbirinden şık kılıklar, profesyonel bir ekip tarafından üzerinde oynanmış saçlarıyla şehirden gelmiş karakterini monte edip tüm derdinin akıl almaz tezatlar olduğunun altını çiziyor. Uzun süren sessizlikler, tek bir cümle ile enkaza dönüşen sohbetler, kurallarla bir dünyadan gelip yapayalnız öğünler yemeye kadar varan ihtiyatlı geriliminde hep bir gizem öğesi saklı. Ancak tam da bu yüzden atın ölümü arpadan oluyor işte. Sunday’s Illness her bir ayrıntısı düşünülmüş yemek sahnesiyle başlayıp doğanın orta yerine yabancılaşmış iki kadını taşıyor. Sonrasında da bu buluşmanın sebeplerini açıklayıp coşkuyla içten içe saygı duyduğu evrene kefaretini ödüyor, bedenini teslim ediyor. Tüm huzursuzlukların toprak ve suyla arınabileceğini iddia ettiği noktada filmdeki başından sonu belli kadın gibi biz de mi kandırıldık, yalanlarla uyutulduk demekten kendinizi alamıyorsunuz. Tutarsızlıkları bununla da sınırlı değil. Kayıp yıllarını gözden geçirmek üzere görevlendirilmiş iki aktrisin oyunu da yer yer büyüyüp, kimi zaman da ekonomik bir tutumla ezilerek yok oluyor. Sunday’s Illness’ı ayakta tutacak, ihtiyaç duyduğu hipnoz edici yüzleşmede mekan bile bireyin önüne geçiyor. Bu istikrarsızlıkta da zaten hikâyeye ilgi duymak imkansız. Seyircisini ürkütmek üzere seçtiği ağır tempoyu da hesaba katarsak cevap vermek yerine durmaksızın soru soran yapımın endişelerini meşrulaştırmaya mecalimiz kalmıyor. Bolca sarkma yapan metini içselleştirmek pekâlâ mümkün. Ama ben yüzdüğü derin sularda “farklı” durandan nemalandığı kadar şaşırtmaya başvurmamasına da bir aferin yapıştırıp sevenlerine bağışlayacağım izninizle. Benim dişe gelir saklı hazine aramalarım devam edecek.
Fesat Mukayese: The Fault in Our Stars > Sunday’s Illness