Eleştiri
The Favourite
Grotesk aşırılıkların Yunan mümessili Yorgos Lanthimos, The Lobster ile başlayıp The Killing of a Sacred Deer ile devam eden İngilizce maceralarına şimdi de The Favourite’ı ekliyor. Yeni projesi, 18. yüzyılın ilk çeyreğinde hükümdarlığını sürdüren Kraliçe Anne ve yakın dostu Düşes Sarah Churchill’in de dahil olduğu ihtiraslı saray oyunlarını merkezine kondurmuş, ama yönetmenin imza taşkınlıklarının minimuma indirgendiği eli yüzü düzgün bir dönem filmi olarak özetlenebilir. Ben biraz da filmin başına hakkında olabildiğince az şey okuyarak oturmuş olmanın da avantajını kullanıp, öyküsü anlatılan üç kadına dair (Kraliçe Anne, Sarah ve kuzeni Abigail) kıskançlıktan ve güç sevdasından beslenen entrikaların tadını çıkarmaya baktım. Herkesin hemfikir olduğu tek konu, Lanthimos’un senaryoda parmağının olmaması sebebiyle o tuhaf gülünçlüklerden olabildiğince uzak kalması sanıyorum. Nasıl ki karakterleri sosyal merdivenleri birer ikişer tırmanmak için kısa yollara başvuruyorsa, Lanthimos da üslubunda sansüre giderek altın heykelciklerle dolu kulübün koyuna yelken açmış. Yalnız sesi kıstığı kelli felli bir kostüm draması görünümüne büründüğü aşikâr diyebilmemize rağmen günün anlatılarıyla zıt düşen bir provokasyonu mevcut. Çoğu, filmi erkek egemen bir düzende kadının fendi üzerinden okumayı tercih ediyor. Fakat Rachel Weisz ve Emma Stone’un canlandırdığı kadınların Toryler ve Whigler’in kuklasına dönüşmüş, en nihayetinde kendi hırslarının kurbanı olan hanımlar olarak resmedildiğine takılıp kaldım ben. Burada kadının tarihteki yerini ballandıran bir manzara yok sanılanın aksine. Aciz bir kraliçe ve bencil arzuları yüzünden herkesi manipüle eden ama esasında farklı görüşteki parti liderleri (bilin bakalım cinsiyetleri ne) tarafından kullanılan iki piyon var. Bilhassa Stone’un can verdiği Abigail, o sakat, yanlış motivasyonlarla bu yola baş koymuş ve uğruna cinselliğini de pazara çıkaran kadın olarak var olduğu iddia edilen perspektifi alt üst ediyor. Bir taraftan Joe Alwyn’i dövmekten beter ediyor, diğer tarafta da var olan pazarlık payını kullanıp Toryler’in işini görüyor. İşte bu noktada da diyorum ki tamam, Lanthimos alışık olduğumuz, mide bulandırıcı atmosferin bir benzerini monte etmemiş Britanya’nın karanlık çağına. Fakat tek başına hikâyeyi ele alış biçimi, türlü absürtlüklerden yararlanmadan yakaladığı tonda yeteri kadar yaramazlık yapıyor. Belki Olivia Colman’ın çatlayana kadar pasta yediği ve kusa kusa gırtlağa devam ettiği görsel kışkırtmalara yeteri kadar maruz kalmasak da hikâyenin orta yerine kondurulmuş üç kadın da gereksinimi karşılayacak ölçüde kaba ve tuhaf. Öyle ki Anne ile Sarah arasında sürdüğü ima edilen lezbiyen ilişkide bile oturmayan bir şeyler ve hatta ölmüş çocuklarının isimlerini verdiği tavşanlardan başka kimsesi olmayan Kraliçe’nin cibiliyetsizliğini vurgulayan bir güldürü saklı. Bu arada kim daha iyi, hangisi nerede kampanya yapar tartışmalarını da bir kenara bırakıp Olivia Colman’ın perdede gözüktüğü her anda rol arkadaşlarına sahnenin tozunu yutturan performansına yatırıyorum ben paramı. Weisz ve Stone zaten hep bildiklerini okuyor. Yıldızımız belli.
Fesat Mukayese: The Favourite > Mr Jacksbrook