Eleştiri
Woman at War
Oscar’ın yabancı film kategorisinde bu sene İzlanda’yı temsilen gönderilen Woman at War, yaşadığı bölgedeki endüstriyel tesislere tek başına savaş açan bir kadını konu alıyor. Çevre dostu aktivist ana karakterimizin hayatı öyle bir sınavdan geçmekte ki mesele sadece kim olduğu bilinmeyen bu provokatörü bulmak üzere tüm imkanlarını kullanan devletten kaçmakla sınırlı değil. Aynı zamanda yıllar evvel evlat sahibi olmak üzere yaptığı başvurudan da haber gelince kişisel ve küresel problemleri arasında sıkışıp kalıyor ismi Halla olan bu kadın. Tipik Nordik mizahı kara komediye yakınlığıyla bilinse de Woman at War’da daha eylem ve jest hakimiyetinde gelişen fiziksel bir güldürü mevcut. Küçük tepkilere, zamansız gelişen olaylara ve toprakları üzerinde çekilen her fotoğrafta insan evladından rol çalmış harika İzlanda doğasının en büyük düşmanıyla verdiği mücadeleden doğma tezatlara bağlamış belini. Ve bir noktadan itibaren evrensel endişelerimiz, hepimizin içinde filizlenen egonun bir parçası mı oluyor gibi bir sorgulama için de kolları sıvıyor. Prensiplerine en sıkı sıkı bağlı olanımız bile esasında sahip olduğu kimliğin tesiriyle mi yön veriyor güdülerine diyerek suallerini fazlalaştırıyor Woman at War. Ama yine de disiplinli bir karakterin peşine düştüğünü söylemek gerek. Hikâyeye ikizinin dahil olmasından itibaren film dengesini kaybedip dile getirdiği meseleleri hafifleştirse de başlangıçta takdim ettiği manzaraya sadık kalmaya gayret ediyor. Beni en çok rahatsız eden noktalardan biri bu evlatlık meselesi ile Ukrayna topraklarına giriş yapması oldu. Gerçekten küresel ısınma ve fillerin ezdiği çimenlerle yaptığı çelenkte bir üçüncü dünya ülkesine acıyan bir tavrı var Woman at War’un. Bir taraftan da diyorum ki tamam ben bu savaşı iki elektrik direği parçalayarak veriyorum, insanlık için savaşıyorum fakat bakın koca koca adamlar onların yapması gereken işleri yaptığım için sırf kendi çıkarlarına tecavüz ettiğimden bana saldırıyor, dolayısıyla adımın küçüğü büyüğü olmaz sazına da giriyor. Fakat komedi kısmının ağırlığının artması ve kişiselleşen öykünün yarıda kalmaması adına son çeyrekte yapılan oyunbazlıklar her şeyi pek sıradanlaştırmış. Senaryodaki çıkmazları bir kenara bırakıp yönetmenin aldığı kararlara yönelecek olursak… Filmin her yerinde sürekli beliren ve öykünün tonunu da ayarlayan müzisyenler taze bir nefes olmuş. Hem İzlanda topraklarından, hem de Ukrayna’nın etnik melodilerinden yaptığı çorba Woman at War’a nefes aldırıyor. Tekerrürle boğduğu anları bile görmezden gelmemize yardımcı oluyor. Bir zamanlar Tanrılar’ın buluştuğu topraklarda, santral çuvaldızlayan kadını yok etmek üzere beyin fırtınası yapan hükümet çalışanları ironisi de pek hoş. Yönetmenin sözünü sakındığı ikinci yarıda İzlanda’nın ve hatta tüm Kuzey Avrupa ülkelerinin göçmen problemine verdiği adı konmamış reaksiyonu da defalarca dillendirmesine benden tam puan. Bir de pek sığ bir yorum olacak ama içinden ne çıkarsa çıksın, İzlanda’yı mesken tutan her anlatıya kapılıyorum ben. Yeter ki arkada pastoral bir bayram olsun, benim için kâfi.
Fesat Mukayese: Woman at War > Silkwood