Eleştiri
Roma
Yoğun sokak sineması romantizmi haftasının sonunda iyi ses sistemi nedir, bir sinema salonunda koltuklar nasıl yerleştirilmelidir, perdede filmin tüm renklerini görebilmemiz ne kadar önemli sorularına tek başına cevap veren Roma gösterimi hakikaten Ekim yorgunluğumuzun üzerine güzel bir cila oldu. Roma’yı sevenin de sevmeyenin de hemfikir olacağı tek bir konu var galiba: Film eğer ki büyük bir perdede deneyimlenecekse böyle izlenmeli. Yani alışveriş merkezi ya da zincir sinema övücülüğüne de girmek istemiyorum; ama canım Türkiyem, canım vasata mecburiyetimiz, canım sinema aşkımız demeden de geçemeyeceğim. Neyse efendim, biz Alfonso Cuarón beyefendinin Venedik’te Altın Aslan’ı kapan, yetmişlerin başındaki New Mexico’yu mesken edinmiş anlatısına dönelim. Bugüne kadar teknik virtüözlüğünü gösterebilmek adına attığı taklaları hep görmezden gelmeyi başardığım, Üç Amigo’nun en yetenekli bireyi kendi adıma konuşacak olursam filmografisinin en samimiyetsiz halkasıyla karşımızda. Çocukluğuna, asla kopmadığı coğrafyasına ve en nihayetinde ailesine bir saygı duruşu olarak nitelendirilebilecek Roma aynı zamanda Cuarón’un sinema tarihinde yer alma arzusunu da bastırmayı başaramadığı ilk filmi. Roma her karede, her aşırı planlanmış olmasına rağmen sade süsü verilmeye çalışılan mizanseninde bir klasik olmayı, kültler arasına girmeyi, seçkin film koleksiyonlarına dahil edilmeyi istiyor. Orta direk bir aile, sadık ve fedakar yardımcıları siyah – beyaz fotoğraf albümünde başrolleri kapmış gibi gözükse de filmin oyuncularından, öyküsünden, geçtiği ülkeden ve o ülkenin tüm geçmişinden bir adım önde yer almak isteyen bir yönetmeni mevcut. Bu su birikintisinde uçak silüeti yakalayan, köpek kakasını sabunlu sularla yıkarken gidere kamerasını dayayan “yönetmen filmi” hâli bir suç mu? Asla. Ama hepimiz kişisel sinema yolculuklarımızda beğenilerimize yön verdik artık diyerek, bu siyasi ajitasyona kadar varan şovmenliklere pek tahammül edemediğimi itiraf edeceğim. Keşke bunu fark ettikten sonra Roma’yı duygusal bir noktadan yakalayabilseydim de, kalanı için heyecan duymayı başarsaydım diyorum. Ama o da yok. Görsel ve işitsel bir tatmin yaratmak haricinde herhangi bir motivasyonu bulunmayan Cuarón, neorealizmini evrenselleştiremiyor. Belki de editörlüğünü, görüntü yönetmenliğini, bir ucundan da otobiyografiyle birlikte sosyal hiyerarşi parçalayan edebiyatçılığını konuşturmak istediği anlatısında empati yaşatabilmek adına sürekli kendine bakıp saçlarını taradığı aynasını kameranın önünden kaldırmalıydı. Tabii yine de metodolojik egzersizini takdir etmedim diyemiyorum. Sadece bu kadar önemli olduğunu düşünmeyi, kendini ciddiye almayı bırakmasına çok ihtiyaç duydum seyir boyunca. Hikâye anlatma sanatına yeni bir yön vermek isterken amacını bu denli belli etmese filmde dalga dalga üstümüze gelen kötü oyunculukları ve bu yavan performanslardan sebep, hissiyatı asla geçmeyen, kuşe kağıdından basılmış sinema kitabına görsel olsun diye çekilmiş karelerini görmezden gelebilirdim galiba. Ama bu formatta, ısrarcı gösterişçiliğine yalnızca omuz silkebiliyorum. Demek ki neymiş? Ben sinemacının zeki, çevik, ahlaklı ve bir de dürüst olanını seviyormuşum.
Fesat Mukayese: Vizontele > Roma
Metin
18 Ekim 2018 at 12:37
Filmi biraz es geçip izninle sinema salonu deneyimi hakkındaki sözlerine değineceğim. Sinema sevgisini yazlık sinemalarda tatmış biri olarak izlediğim en unutulmaz, en içime işleyen, en düş kurdurtan filmleri Beyoğlu Pera ve de çok önceden kapanan Alkazar Sineması’nda almıştım. Zincir sinemalarda ise nitelikli sinema ile çok nadir karşılaştım; vardı ama azdı ve de genelde üç beş salonu fetheden gürültülü ve kahkahasını kendisi patlatan filmlerin arasında kayboluyordu. Keşke zincir sinemalar da film seçkilerinde daha özverili ve özenli davransalar ama öyle olmuyor. Kaldı ki kapanmadan evvel Alkazar Sineması cidden de pek çok zincir sinema salonuna taş çıkarırdı; hem sinemasal bir ambiyansı vardı hem de teknik olarak pek de geri kalmışlığı yoktu (servis kalitesi pek de iyi değildi tabii, ama şu sıralar zincir sinemalarda gişede çalışan kişiler de pek iyi değil. Gerçi Alkazar’ın asık suratlı çalışanları kadar korkutucu kimse ile karşılaşmadım sanırım). Ken Loach, Angelopoulos, Almodovar, Istvan Szabo, Patrice Cherau filmlerini beyaz perdede izlememi sağlayan salonlara her zaman kendimi daha yakın hissediyorum. Bu salonların sinematek olarak korunması, kollanması lazım. Belki de vakıflaştırılması, hizmet açısından nostaljik yapısına uygun bir düzen getirilmesi lazım. Restore edilmesi, maddi olarak desteklenmesi gerekir. Bu da aslında zincir sinemaların bu tür sinematek salonların korunması için bir havuza az da olsa para aktarması ile mümkün olabilir. Yoksa mesela ben Emek’in yeni halini epey beğendim ama burada gösterilecek filmlerin zamanla değişip değişmeyeceği beni endişelendirmişti. Bağımsız filmler, Avrupa ve Asya sinemasının örneklerini izleyebileceğimiz salonlar da lazım bize.