Eleştiri
First Man
Çok kısa bir zaman içerisinde Hollywood’un en heyecan verici kariyerlerinden birini inşa eden Damien Chazelle’in, Whiplash ve La La Land sonrası Neil Armstrong biyografisi için kamera arkasına geçtiğini duyduğumuzda epeyce şaşırmıştık. Bilhassa içerisinde müzikal bir bileşen olmadığı için bu Ay’a çıkma öyküsünde ne bulduğunu merak ediyorken First Man görücüye çıktı ve sır çözüldü. Öncelikle Trump’ın beyaz üstünlüğü yanlısı taraftarlarını harekete geçiren, hikâyeyi ulustan ayırma kısmıyla girmek lazım söze. Daha evvel Spotlight ve The Post gibi bürokrasi dramalarının senaryolarına imza atan Josh Singer’ın metininde durum nasıldı bilemiyorum; fakat Chazelle elindeki teksti vatan millet Sakarya diye bağırıp mavi kırmızı bayrakla süslemektense daha öznel bir kılığa bürümüş. Bu da alıştığımız Amerikan kahramanı anlatılarıyla kıyasladığımızda First Man’in neredeyse bir anti biyografi olarak sınıflandırılabileceği bir mertebeye erişmesine yardımcı oluyor. Chazelle’in odağında Amerikan tarihinin en çok tartışılmış hadisesinden ziyade, bu görevin ana kahramanı Neil Armstrong’un kişisel yolculuğu var. Lösemili kızını kaybeden babayı bir ajitasyon portresinin ortasına yerleştirmektense başından geçenlerin uzun vadede hayatına ne tür etkileri olduğunu sorguluyor. Tabii ki de Hollywood’un vazgeçilmezi olarak, kenara bir kadını, “destekleyici, endişeli” eşi de kondurmuş, ki filmle ilgili tek problemim de bu karakter zaten. Neil’ı tanımaya çalışırken, çerçevenin dışında neredeyse seyircinin kendini yerine koyabileceği bu kadını bir düzine reaksiyon çekimine kurban ediyor. Ancak tüm sallapatiliğine karşın Claire Foy’un elindeki sınırlı miktardaki materyalle üçüncü bir boyut kazandırabildiğini görüyoruz neyse ki Janet Armstrong’a. 140 dakikalık, sonu başından belli macerada kaptan koltuğuna oturan Ryan Gosling ise kariyer performansını veriyor kaşla göz arasında. Kamera onun yüzünü bir türlü terk etmezken Gosling de ekonomik ve mahir oyunuyla, Half Nelson’dan beri görmediğimiz yönünü gösteriyor. Şu müzikal bağına dönecek olursak… Tamam, öykünün içerisinde çalgılı çengili bir irtibat bulmak imkansız. Sesine hayranlık duyduğum Leon Bridges’ın siyah adam türküsü haricinde filme tam anlatımıyla monte edilmiş musikişinas bir an da yok. Fakat Neil Armstrong’un teremin denilen aygıtla çalınmış Music Out of the Moon‘a olan hayranlığını kullanarak tüm bestelerini bu parçayı baz alarak oluşturmuş Chazelle’in suç ortağı Justin Hurwitz. Filmde bu ezgiler bütününün agresif bir kullanımı mevcut değil. Lakin ikonik anlarda Hurwitz’in derhal ödüllendirilmesi gereken melodilerinin bizlere eşlik ettiği de aşikâr. Demem o ki First Man ne kadar yönetmenin filmografisinde sırıtıyor gibi dursa da, bir o kadar da ona ait olduğunu hissettiren bir yapıya sahip. Yalnız bu sefer ayrıntılarda biraz boğulmaya ihtiyaç duyuyorsunuz. Whiplash ve La La Land’te kapanışları unutulmaz segmanlarla yapan genç yetenek (gerçi artık genç demek ne kadar doğru bilmiyorum), First Man’i de Hurwitz’in “The Landing” isimli şaheseriyle kapatıyor. Bu arada finalde oluşturduğu beklentiyi elinin tersiyle iten, doruktan kendini uçuruma bırakan tavrı da cabası. Ama önemli değil, ben de Karen ile birlikte o kraterin dibini ağlamaktan içim çıkmış bir şekilde boyladım zaten.
Fesat Mukayese: First Man > La La Land (Evet, yaptım bunu.)