Eleştiri
The Guilty
Tek mekan disipliniyle çekilen dramaların hâli hazırda yeteri kadar büyük bir gimmick sahibi iken yeni bir numaraya yönelmesini asla anlayamayacağım sanırım. Yabancı film yarışında Danimarka’yı temsil eden The Guilty, orijinal ismiyle Den Skyldige de aynı dertten muzdarip. Filmin tamamı 911/112 benzeri, acil durumlara çözüm getiren bir çağrı merkezinde geçmekte. Esas karakterimizin adı Asger ve ondan başka tek bir başrol yok. Mikrofonlu kulaklığını ve bu nasıl bir medeniyet dedirten adres belirleme sistemini hesaba katmazsanız tabii. Senaryoda dişli bir rolü bulunan kanlı canlı karakterlerin hepsi telefonun diğer ucunda. Araması sonucu sesini duyabildiklerimizden birinin korkmuş, ne yapacağını bilmeyen hâli de hikâyenin çıkış noktasını oluşturmakta zaten. Vardiyasının bitimine yakın bu kadını kurtarmak için canla başla çalışan ahlak timsali, Ali Rıza Tekin ekolünden Asger efendinin peşi sıra ne menem herifsin dedirten eski kocanın yaptıklarını çözmeye çalışıyoruz hep birlikte. Yani özetle şöyle diyelim, The Guilty görev adamı Asger’in tarafını terk etmemize asla izin vermiyor. O ne kadar şey biliyorsa siz de o kadarını öğreniyorsunuz. Anlatının geri planında neler olup bittiğini ya da hangi eylemler sonucu bu kriz anına vardığımızı bir anda açık etmeye niyeti yok. Kaldı ki tüm gücünü de bu ketumluğundan alma gayretinde. Uzun metrajlı bir film için kamera arkasına ilk kez geçen Gustav Möller’in yazdığı senaryoyu perdeye taşıma konusundaki tercihlerine diyecek bir şey bulmak pek mümkün değil. Bir yönetmen olarak kafasında bu filmi çoktan tasarlamış besbelli. Hedefe odaklı çalışıp, o klostrofobik ortamdan da sonuna kadar nemalanmaya çalışıyor. Mesele 85 dakikalık kısacık süresine rağmen filmi ilgi çekici kılabilmek adına feda ettikleri. Fazlasıyla samimi bir noktadan, gerçekleşme ihtimali yüksek bir vakaya tanıklık ettiğinizi düşünürken en nihayetinde ticari kaygılara sahip bir sanat ürünü izlediğinizi hatırlatırcasına twistlerin kollarına atıyor kendini. Son 20 dakika, 21. yüzyıl ana akım sinemasıyla ilgili nefret ettiğim her şeyin bir potpurisi var sanki. Biraz “Bunun olacağını kestiremediniz değil mi?” maskaralığı, biraz da tansiyonu artırma amaçlı suni agresiyonlar. Hayır bir de başroldeki Jakob Cedergren’in yüzünü bir an olsun terk etmediğimizden İsveçli aktör mimiklerini kullanma konusunda ekonomik davranınca dramanın ayarı iyice kaçıyor. Ama belli bir kural kitabıyla kameraya alınmış bu öykünün Oscar ve benzeri kurumlar tarafından beğenileceğine şüphem yok. Kişisel zevklerimden sebep burun kıvırmalarımı saymazsak, bilhassa işçilik anlamında tertemiz bir film. Prosedür oyunlarının son çeyrekte ivmesini kaybeden gerilim öğeli iyi bir örneği gibi düşünün. Çok zorlarsanız bugün hayat veren su yarın seni boğabilir tadında bir mesaja ulaşabilir, aramızdaki görünmez kahramanların bile en nihayetinde insan olduğuyla ilgili gereğinden fazla hümanist çıkarımlarda bulunabilirsiniz. Ben nordik semalardan yabancı film yarışında iyisi mi desteğimi İzlanda’ya vereyim. Bu kanat pek yavan.
Fesat Mukayese: The Guilty > Locke