Eleştiri
Cold War
15 dakikalık kısa film materyalini bir buçuk saate yayarak ödül üstüne ödül toplayan Pawel Pawlikowski, Ida’dan beş yıl sonra serüvenine Cannes’da En İyi Yönetmen seçilerek başladığı Cold War ile devam ediyor. Neyse ki bu sefer sadece yakışıklı bir film yapmaktan öteye gidebilmesini sağlayacak kişisel bir motivasyonla da pekişmiş kamera arkasındaki varlığı. İkinci Dünya Savaşı’nın külleri henüz tesirini kaybetmemişken, bu keşmekeşin içerisinde birbirlerini bulan iki müzisyenin aşkını koymuş filminin merkezine. Söylediğine bakılırsa da dörde üç, siyah beyaz, minimalist şenliğini ebeveynleri için, onları düşünerek yazmış/çekmiş. Paspartusu göz alan tuvalinde on yıla yayılmış bir kavuşamama öyküsü yer almakta. Polonya’dan otantik melodiler, arka fonda yaralarını sarmaya çalışan orta Avrupa manzarası, kalın paltoları delip geçen bir soğuk ve kelimeleri kullanma konusunda cimrileştikçe tesirini artıran bir melankoli. Sırf şekilcilik muhteva eden bir film olduğunu söylemek de Cold War’a haksızlık olur. Komünizm ve savaş sonrası psikolojinin arasında sıkışıp kalan kadın karakteri, dönemin bütün kalıplarına da karşı gelen, doğduğu coğrafyanın kaderi yüzünden kendi de bu yazgının kölesi olmamak için çaba gösteren biri ayrıca. Onu girdiği her odada kalabalıktan ayıran da gözlerinden okunan hiddeti, cüreti zaten. Zamanın sürgününe dönüşen aşıklar hakikat onları mahvettikçe kendilerine yeni uçurumlar beğenip başka başlangıçlara adım atıyor ve film de bu döngü içerisinde göze hitap etmeye özen göstererek yoldaki bükümlerde seyircinin karakterlerine eşlik etmesini sağlıyor. Karşılaştırma eleştirmenliğinden yararlanacak olursak… Ida, tema ve çıkış noktası üzerinden düşünüldüğünde tek yumurta ikizi Cold War’a göre daha etli duruyor olabilir. Ama memleketinin tarihinde ümitsizliğin nöbetini tutan yönetmen burada sadece sinemaya dair bir kaygıyla yetinmeyip, işin içerisine duygusal bir parça koymayı da ihmal etmemiş. Bunun Soğuk Savaş türküsüne insani bir yön kattığına şüphe yok. Fakat görsel bir süreklilik yakalamak Pawlikowski’nin hem bir numaralı kuralı, hem de bir numaralı düşmanı artık. Toprak reformuyla gelen ve dışarıya verilmek istenen aman ne kadar da güzeliz minvalinde sahte mesajlara çomak sokmasında bir problem görmüyorum. Sadece belli bir hikâye anlatma disiplinine bu kadar sıkı sıkıya bağlanınca filmleri edging (Türkçe’ye çeviremedim) mağduru mastürbasyonlara evriliyor. Bir çıkmazın içerisinde git gel yapıp, kendine uygun bulduğu zirvede Fransız Yeni Dalgası’na demir atıyor ve oturup ellerini öpüyor sanki Pawlikowski. Oh, emeğime sağlık. Canım ben. Tüm çekişmeleri, çöküşleri, çıkmazları bir araya gelip en azından Ida’ya karşıt, yine klasik ancak kontrastının ölçeği ekonomikliğini gölgede bırakabilecek kadar büyük de diyebiliyorum. Ama işte, hep bir şey eksik olacak benim için Polonyalı yönetmenin evreninde. Maneviyata, sanata, sinemaya olan sevdası özseverliğinin önüne geçerse bir gün alışılmışı modernleştiren vizyonuyla da yıldızım tam olarak barışacak sanırım. Şimdilik uzaktan tebessüm etmekle yetiniyorum.
Fesat Mukayese: Aşkın Dağlarda Gezer > Cold War