Eleştiri
Outlaw King
İskoçya topraklarında 14. yüzyılda meydana gelen büyük savaşlar (yoksa dev soykırım mı demeliyim), hem sinemada hem de televizyonda pek çok projenin konusu olmaya devam ediyor. Hell or High Water ile beklenmedik bir ödül sezonu başarısı elde eden David Mackenzie imzalı, Netflix’in yeni filmi Outlaw King de Braveheart’ın devamı niteliğinde, bakması güzel bir keşmekeş olarak tarihteki yerini almış. William Wallace’a ihanet etmesi, öldürülünce de yaşadığı pişmanlıkla aynı davaya baş koymasıyla ünlü Robert the Bruce’un ülke tarihindeki yeri epeyce mühim. İngilizler pek umursamasa da İskoçya’nın bağımsızlığını ilan ettiği, başarıdan başarıya koştuğu bir dönemde orduya önderlik etmiş. Outlaw King de tarih kitabının sayfalarını teker teker çevirip tek bir satıra dahi dokunmadan, ama iddia edilenlere bakılırsa önemli detayları es geçerek, ekrana aktarmaya çalışıyor. Ama ünvan töreninden cenazeye, oradan düğüne, o bitince savaş meydanına derken aynı zaman aralığını konu edinmiş benzerlerinden ayrılmasına yeterli gelecek yeni bir şey getirmiyor ne yazık ki masaya. Starred Up ve Hell or High Water gibi erkek hegemonyasına adanmış filmlerinden sonra, yine testosteron kokulu kır, bayır güzellemesinde David Mackenzie’nin neden kendini bu kadar geri plana çektiği merak konusu. Çünkü ne tekstte bir zeka pırıltısı var, ne de cetvelle çizilmiş anlatının üzerinde yönetmenin atabildiği bir imza. Ekrana bakarken tüm tretmanları noktalama işaretlerine kadar görmeyi başarıyorsunuz. Bu da dizine kadar çamura, pusa, tedavi edilemeyecek milli duygulara batmış Outlaw King’in sarkmasına yol açıyor. Toprağı kanla buluşturan öykülerin olmazsa olmazları arasında yer alan, cennetten düşmüş bir romantik alakadarın mevcudiyeti de atlanmamış. Yalnız garip bir şekilde, filmin ana karakterinden daha dişe gelir, üçüncü boyut sahibi bir kadın resmedilmiş. Gerçi bu senaryonun mu, yoksa karakteri canlandıran aktris Florence Pugh’un başarısı mı emin olamıyorum. Sanki o kadraja girdiğinde film biraz olsun nefes alacak gibi oluyor. Sonra tabii yine muharebe görselleri, suratlarına su çarpmaktan aciz halk kahramanları ve miğfer pornosu… İşin en acı tarafı da filmin berbatlığının farkında olduklarından, prömiyerin yapıldığı Toronto’dan beri tüm tanıtımın Chris Pine’ın gölden çırılçıplak çıktığı sahne üzerine kurulması. Hayır, bu kadar tatava yapmaya değecek belirginlikte bir şey de yok ya neyse. Tabii film değerlendirirken hikâyeden çok görsel anlamda tatmin olmak isteyen izleyici için pastoral renkleri de iyi kullanan yapımın eli güçlü. Dolayısıyla ilk bir saati en azından her biri çerçevelenmeyi hak eden kareleri için affedebiliyorum. Sonrası bayır aşağı çığırtkanlık, bitse de gitsek dedirten açgözlülük masalı. Neyse ki Netflix’in hızlıca dolmak, tek bir hamlede ileri alabilmek ve hatta bu kağnıdan bozma sahne ne zaman sonlanacak diye kontrol edebilmeye imkan veren özellikleri mevcut. O yüzden bu yazıyı da 21. yüzyılın film izleme platformlarına teşekkür ederek sonlandıracağım. Yaşasın “Film, sinemada izlenir.” diyenleri bitiren streaming servisleri! İzin verin de kötüsünü evde tüketelim artık.
Fesat Mukayese: Tarkan: Viking Kanı > Outlaw King