Eleştiri
4 Film 400 Kelime (Tembelin Günlüğü V3.2)
Hakkında tek başına 400 kelime yazı yazmayı asla istemediğim filmler için yeni bir buluşma noktası yarattım, biliyorsunuz. Esasında olabildiğince az kullanmak istiyordum bu platformu; ama yine uzun uzun karalama düşüncesinin beni delirttiği dört filmi biriktirdim bir güzel. Dolayısıyla hiç utanmadan üçüncü baskıya girdim. Ki zaten artık film eleştirmenliği bile kapsüle indirgenmedi mi? Twitter, ikili üçlü seri fikir beyanıyla dolu. Benim tembel işim günlüğüm mü batıyor size? Hıh.
EARLY MAN
Wallace & Gromit, Shaun the Sheep ve Chicken Run gibi meşhur stop motion animasyonların yaratıcısı Nick Park bir kez daha yönetmen koltuğuna oturup, yine absürt mizahını konuşturmak istemiş Early Man isimli yeni projesinde. Fakat substans eksikliği yaşayan ilk çağ masalında kahkahadan çok esneme topluyor. Filmin ilgi çekici tek bir karakteri bulunmadığı gibi, tüm öyküsünü bağladığı macera da epey yavan. Ayrıca renk paleti olarak da epey sönük çalışmış bu sefer. Biliyorum, biliyorum doğası gereği bu yeşil tonlarına, iç sıkıcı sarılara mecbur. Ama stop motion özelinde ayrıntıyı öne çıkaracak tonla seçenek varken, zaten senaryosu tıpkı öykünün geçtiği habitat gibi çağ öncesinde kalan filmine bu zayıf imajı layık görmesi acı. [C-]
SCIENCE FAIR
Belgeselleri genel olarak “Umrumda mı?” sorusuna verdiğim cevap üzerinden değerlendirmeyi sevmiyorum. Fakat Science Fair’in çok ama çok spesifik sayılabilecek ve yeni nesili daha da rekabetçi, problemli bireyler olarak yetiştiren eğitim sistemine tek bir eleştiri getirmeyen düzeninde hakikaten bağ kurulabilecek tek bir gerçek bulamadım. Öyle ki bir noktada filmin iki yönetmeni (Cristina Costantini & Darren Foster), bu proje için devletten teşvik aldı da tarafsızlıkta çığır açan bu motamot haber bülteni parçasını mı çekti dedim. Yahu ne bileyim, üçüncü nesil göçmenlerden bahset, Amerika’nın gerçeklerini vur yüzümüze. O da yetmezse kendinizi çok önemsemenize sebep olan yozlaşmış kültürünüzü tokatla. Cık, hiçbiri yok. Ali Kırca’nın sunduğu son dakikaları özletecek cinsten. [C+]
THE HAPPY PRINCE
Rupert Everett’ın asırlık tutku projesi The Happy Prince ikonik yazar Oscar Wilde’ın son dönemlerini konu alıyor. Filmi de zaten eş dosta haber salıp, hatırla rol teslim ederek çekmiş anladığım kadarıyla. Bu iğrenç endüstrinin, eşcinsel olduğunu duyurduktan sonra Everett’ın elinden kariyerini çalmasına diyecek sözüm yok. İbretlik öyküsü, her türlü yuvarlak masada tekrar tekrar gündeme getirilmeyi hak ediyor. Ama yani Hollywood ona kötü davrandı diye de Oscar Wilde’ın hatırasına sadece ihanet etmekle kalmayıp bir de üstüne tüy diktiği maskaralığa geçit vermeyeceğim. Anlıyorum, kendini çok yakın hissediyor oğlancı yaftasıyla tüm hayatı elinden çalınan Wilde’a. Fakat sevgili Everett, acaba bu süreçte oyunculuk tercihlerini hiç mi sorgulamadın? Kim sana “olmuş” dedi? [D]
JULIET, NAKED
Çağımızın en kötü yazarlarından Nick Hornby, roman adı altında film fikirleri yazmaya devam etmesine ediyor da bunların gerçekten sinemaya uyarlanmasına neden kimse engel olmuyor ben anlamıyorum. Tek bir başlık altına bir düzine filme yetecek öykü sığdırmayı başaran Hornby burada da geleneklerinden vazgeçmemiş. Çok sevdiğim oyuncuları ve senaristleri birleştiren Juliet, Naked’ın pasaklılığı da tarif edilemeyecek kadar büyük. Fakat artık Chris O’Dowd cazibesi mi dersiniz, Rose Byrne şeytan tüyü mü, kötü olduğunu bile bile sırıtarak eşlik ettim kağıt üzerinde çok daha ilgi çekici duran Tucker Crowe hazretlerine. Bir ara romantik komedi türünü bitiren neydi, konuşalım istiyorum. Çünkü Juliet, Naked eski tip otuzlar romantizmini sonuna kadar yaşatmayı başarıyor. Yani, yeni bir Meg Ryan gelsin diye nereye başvurmamız gerekiyor, biri söylesin. [C+]