Eleştiri
If Beale Street Could Talk
Moonlight’ın Oscar tarihine geçen zaferinden sonra yeni filmi için epeyce yükseldiğimiz Barry Jenkins, madem bu formül tuttu ben bunun üzerine oynayayım dediği yeni projesi If Beale Street Could Talk’ta okulda öğrendiği bütün yönetmenlik numaralarını görücüye çıkarıyor. Queer edebiyatın önemli ismi James Baldwin’in aynı adlı eserinden uyarladığı hikâye yetmişlerin başında Harlem’de geçmekte. Çocukluktan beri arkadaşlıklarını sürdüren iki gencin sadece cinsel uyanışları değil, yaşadıkları acımasız dünyada kimliklerinin gördüğü muameleye de gözlerini açışı üzerine trajik bir öykü bu. Önüne geçilemeyen kemikleşmiş ırkçılığın genç âşıklara tesir etmesi üzerine kelam eden, mesaj kaygısı bol bir metin kısacası. Sinemaya yaraşır portrelere fena hâlde takıntılı Jenkins de belli ki kendisi için pek kıymetli olan bu anlatıyı ağır çekim gibi anın büyüsünü seyirciyi ana arterden koparacak algı ve duyu aldatmacalarıyla süsleyerek iki filmde oturttuğu estetik ahlakına adapte etme amacıyla yola çıkmış. Buraya kadar bir sorun yok. Ancak biçimdeki tutumunun, her şeyden evvel bolca sorun barındıran senaryosunu istediği kademeye taşıyamadığı inancındayım. Vaaz verirmişçesine hitap etmenin olmazsa olmazlar arasında yer aldığı bir kültürün alışkanlıklarıyla önemli bir edebî eser üzerinden şiirin ete kemiğe bürünmüş hâlini çıkarmasına, birey olarak üstüne düşen görevleri bu hikâyeyi perdeye taşırken yerine getirip anlatıcılığını da devreye sokarak nostaljik, parmak uçlarının üzerinde yürüyen sosyal realist bir masal yaratmasına amenna. Mesele kendini çok ciddiye alan vurgularında, aşırı müzik kullanımıyla yol açtığı manipülasyonda, “gerçek” diye pazarlananın “sahnelenmiş” olmasında. Bu, tiyatroya çok daha yakışacak bir Baldwin üretimi olmasıyla alakalı demeyi çok isterdim. Ancak, anlatıcının kendini asla unutturmayan inatçı varlığı ve lineer olmaktan kaçınırken rotayı iyice bulandıran kronolojisi tamamen Barry Jenkins’e ait tercihler. Dolayısıyla klişeye yeni anlamlar kazandıran polisinden o herkesin cümleleri arasında verdiği Şekspiryen eslere kadar sayısız günah işlediğini düşündüğüm If Beale Street Could Talk’un olmayan yanları için yönetmenini sorumlu tutuyorum. Sezon boyunca gördüğü mesafeli muameleyi de ancak izleyince anlamlandırabildim. Örneğin çok takdir gören Regina King performansının değeri, muhtemelen etrafındaki herkesin repliklerini bağıra çağıra servis etmesiyle ölçülmüş olsa gerek. Tamamı zihin yoran hareketli parçalarla dolu bir albümde, sanki power ballad söylüyor King. Öyle de bir albüm ki ayrıca bu, herkesin spot ışıklarının altında parlama isteği kakofonin pimini çekmiş. Yoksulluk, toplum tarafından değersiz bulunmak ve mecbur bırakıldıkları anlamsız var olma savaşı içerisindeki umutsuz çaba sayelerinde iyice ikincilleşmiş. Doğal olarak da bu kuru gürültünün mottoso Jenkins tarafından iyice pekiştiriliyor: Akılda kalacak kadrajlarda oyuncunun kameranın lensine bakmasını sağla ve ten renklerine iltifat edecek bir paleti kullanıp gerisini dağınık bırak. Hâl böyle olunca da şunu getiriyorum aklıma, acaba Moonlight’ın tüm albenisi aşina olduğumuz bir uyanışı gözlemlemesinden miydi? Eğer buna evet cevabını verebiliyorsak Beale Street’in Ercan muhattaplarında uyandıracağı duyguları da anlamlandırabilmek mümkün. Aksi takdirde Brian Tyree Henry’nin Ercan Kesal olduğu sahnede Britell’in gözyaşı talep eden bestelerine nasıl eşlik edeceğimiz belli: Sahte, sahte, her şey sahte. Kalp yenik, akıl kanmıyor, sözler sahte.
Fesat Mukayese: A Wrinkle in Time > If Beale Street Could Talk